Ebru Pektaş; “Güncel planda iktidarın sürekli biçimde bir “aile ideolojisi” yayması elbette ki “devlet çıkarı” anlamında materyalist bir zemine sahip.”
İleri Kitaplığı’ndan okuyacağınız Toplumsal Cinsiyetin Anahtar Kavramları: Cinsellik, Şiddet, Emek, toplumsal cinsiyete dair pek çok başlığı barındırıyor içerisinde. Güzellik ve Beden, Erkeklik, Annelik ve Dinler bu başlıklardan birkaçı sadece.
Yazar Ebru Pektaş ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide bu başlıkları döktük ortaya. Direngen yanımızı besleyen eserini bizlerle buluşturduğu için, açıklığı ve samimiyeti için teşekkür ediyoruz Pektaş’a. İçten bir sohbet oldu, minnetle…
Duyguları da hesaba katan bir kitap yazdığınızı dile getirmişsiniz. Teorik bir içeriğe sahip olan bu eserde nasıl bir denge gözettiniz?
Oldukça yerinde bir soru. İki boyutuyla ele alınabilir.
Birincisi biraz işin felsefesiyle ilgili. Burada, duygularımızın da içinde yer aldığı “gerçek yaşam” ile bunu çözmeye, anlamaya, kavramlar oluşturmaya, soyutlama yapmaya, ilişkiler ve modeller kurmaya dönük çaba arasında katı bir ikilik kurulamaz esasen. Yani “yaşantılar, duygular, deneyimler bir yerdedir”, “kavramlar, soyutlamalar, kuram başka bir yerdedir” yaklaşımı ikici ve fena halde idealist bir yaklaşımdır. Çünkü bunlar ayrı kompartımanlarda duran olgular ya da sıralı, aşamalı biçimde var olan olgular değildir. Bakışımlı, iç içe geçmiş, süreklilik ilişkisi içinde var olan olgulardır bunlar.
Daha açık ifade etmem gerekirse, duygularımız, sezgilerimiz, deneyimlerimiz, eylemlerimiz bizi kavrama, kurama yönlendirir ve tüm bu anlamlandırmalar, çözümlemeler bizi yeni deneyimlere, duygulara, eylemlere taşır.
İkinci olarak “duyguları hesaba katma” meselesinin tam da toplumsal cinsiyet alanında ifadesini bulan özel bir yönü olduğunu düşünüyorum. Toplumsal cinsiyet alanında kafa yoran, yazan, çizen, bilinçli, çeşitli mücadelelerde öncü, yol gösterici rol oynayan kadınları “kurtarıcılar” olarak kodlamanın tam da o kadınlara ilişkin bir şeyleri örttüğünü görmek gerekir.
“Diğer kadınları kurtarması beklenenler” de toplumsal cinsiyet çatışmalarının acılarını, yaralarını, izleri taşırlar, bu çatışmalarla yaşarlar.
Bu nedenle “modern”, “eşitlikçi” ilişkiler içinde yer alan bilinçli kadınların, toplumsal cinsiyet meselelerine biraz kibirli, biraz mesiyanik ya da biraz “yarası olmayan” bir yarı-tanrı edasıyla yaklaşması bence ciddi bir problemdir. “Kurtarıcının” da “kendini kurtarmaya” ya da tabiri caizse o “modern ve iyi ilişkilerini” sorgulamaya ihtiyacı vardır. Duyguları hesaba katma bu nedenle değerlidir.
“En fenası bu güzel olmak zorundasın baskısı, sistematik biçimde kadınların özgüvenini, özsaygısını yıkmaya ayarlıdır. Ağzımızı açıp dişlerimizi saymadığı, tutup kafatası ölçümüzü almadığı için tüm bu baskı oldukça ince işler.”
Bu kısımda alıntılandığı gibi günümüzde pek çok kadın; evrensel kabul edilip dayatılan güzellik anlayışından ötürü cildinden, sağlığından, hayatından oluyor. İdeal olduğuna inandırılan beden ölçüsüne ulaşmak için tencerelerce yemek yiyip günlerce kusmaya programlıyor kendini. Aksi halde toplum içerisinde kendine yer edinemeyeceğine inanıyor kadın. Bu “ince işleyen” baskıyı bertaraf edebilmek için kadın dayanışmasının öneminden bahsedelim mi biraz?
Evet, dayanışma önemli ama daha ötesi bir güç ve iktidar mücadelesi de var burada. Çünkü “güzel olmak zorundasın” baskısı evrensel bir sabit değildir aslında. Tarihsel olarak bakıldığında, ki kitapta da buna özel olarak değindim, kadınlar için sistematik ve “içselleştirilmiş” bir baskı olarak, hatta artık “etik bir yükümlülük” olarak güzellik miti dönemden döneme değişiyor. Bazı dönemlerde kadınlar görece daha rahat iken bazı dönemlerde, bugün olduğu gibi ciddi bir baskı ile karşılaşıyorlar. Bu fark en başta kadının güçlenmesi, eşit haklar, kamusal alana erişim ve daha pek çok başlıkta “kadınların özne oluşlarının” artması ya da tersine geriye düşmesiyle ilgili.
Kadınlar güçlendikçe, toplumsal cinsiyet eşitsizliği makası daraldıkça cinsel nesneleştirilmemizin “güzellik mitiyle” ortaya çıkışı azalıyor. Kısacası “güzel olmak için” altın reçete, pazartesi başladığımız diyet, nemlendiriciler, kırışık gidericiler, botokslar vs den çok eşitlik, özgürlük mücadelemizi yükseltmemizle ilgili.
Toplumsal cinsiyetle ilgili kavramların biricikliğinden ve teker teker çok önemli olduğundan hareketle bir yazmak eylemine atıldığınızı dile getiriyorsunuz. Size, kavramların dil düzleminde bu denli hayati olduğunu düşündüren etkenler nelerdi?
Benim okuma yazma faaliyetim ve kavramlara verdiğim önem, “dil düzlemine” dönük bir hayatiyet atfetmem değil aslında. Daha yakın plandaki bir ihtiyaçla bağlantılı. Bildiğin gibi iki-üç yıldır İleri Haber Portalı’nda köşe yazarlığı yapmaktayım. Köşe yazarının konusu doğal olarak çoğu durumda güncel olgulara ilişkin bir bakış geliştirmek, çözümler önermek. İşte bu mecrada çoğu zaman neye elimi atsam kavramlara ilişkin bir tartışma yapma gereği yakamı bırakmadı. Sözgelimi bir şey ne zaman cinsiyetçi oluyor, eril dil nedir, niye bu kadar önemli, acaba biraz abartılıyor mu “dil” üzerindeki bu tartışma, ya da şeriata aykırı diye tekme yiyen bir kadınla sevgilisi tarafından psikolojik şiddete maruz kalan bir kadını aynı torbaya koyup hepsine “erkek şiddeti” diyebilir miyiz vb onlarca tartışma önüme çıktı.
İşin bir yanı bu. Tüm bu tartışmalar, kullanılan kavramlar mücadele stratejisini doğrudan belirliyor. Dolayısıyla burada “dil üzerine” bir mücadelenin ötesi var. Kavramlar üzerine bir kitap yazma fikrinin arkasındaki en önemli motivasyonlarımdan biri bu.
Ama diğer yandan, iktidarın, yandaşların, köşe yazarlarının annelik, yarım kadın, makbul olan-olmayan, cinsellik vs pek çok başlıkta tozu dumana kattıkları bir ideolojik mücadele var ve burada da kavramlar, kodlar, ideolojik motifler önem kazanıyor. Bizler, bir karşı cepheyi de buraya kurmaya mecburuz.
“Ailenin kutsallığı” öğretisini kitlelere yaymak ve benimsetmek amacıyla birçok “proje” ortaya sunuluyor son yıllarda. Bu sunumlar öyle uluorta öyle direk ki hedef anında beliriyor: Kadın anne olduğu kadar kadındır. “Evlenecek çiftlere çeyiz yardımı”nı reklam panolarında gördüğümde üniversite son sınıftaydım ve “çeyiz” kavramının hissettirdiği tiksintiyle ilk kez doğrudan karşılaşmıştım. Devlet eliyle sunulan bu “yardımlar”ın dönütü olan “devlet çıkarı” başlığı için neleri sıralayabiliriz? Bu çıkarların ideolojik bağları hakkında neler düşünüyorsun?
Güncel planda iktidarın sürekli biçimde bir “aile ideolojisi” yayması elbette ki “devlet çıkarı” anlamında materyalist bir zemine sahip. AKP rejimi özelinde, “aile olunuz”, “çok çocuk yapınız” ısrarı, rejimin kendisi için tehdit olarak gördüğü, serbestleşmiş, kontrol dışı bir nüfusu aileler olarak; küçük, kapalı, halim-selim, kredisini, taksitini, kirasını ödeyen düzene uyumlu yapılara dönüştürmek arzusuyla ilgili. Bir anlamda “yurttaşlığına çoktan rahmet okunanların” kapalı aile yapıları içinde cemaatlere tutunduğu “şükürcü” bir toplum fikri var burada.
Ancak bu fikrin arkasında somut politikalar ve çıkarlar var. En başta emperyalist kapitalist sisteme ucuz emek kitlesiyle tutunmaya çalışan, nüfusunu “demografik bir avantaj” olarak pazarlayan, “bende daha fazla ucuza çalışacak insan var, kenarda bekleyen ve daha kötüsüne razı olacak milyonlar var” diyen bir politika.
Teknolojik üstünlüğünüz, büyük sermaye birikiminiz yoksa uluslar arası ortamda rekabet gücünüzü sağlayacak yegane unsur “ucuz emek” deponuz olacaktır. Daha genç bir nüfus hedefi de yine bağlantılı olarak sınıf deneyiminden yoksun, “vur sırtına al lokmasını” hazır bir kitleyi büyütmekle ilişkili.
Şimdi tüm bunlar için kadınların doğurması gerekiyor. Doğurmaya, aile olmaya teşvik edilmesi gerekiyor. Üstelik bu basit biçimiyle “kadınlar eve kapatılmak isteniyor” olarak açıklanamaz. Kadınlar hem doğurup “demografik avantajın” kölesi olacaklar hem de icabında ucuz, esnek, güvencesiz, “bugün gel yarın git” işlerin gözde unsuru haline gelecekler.
Bir erkeğin erkekliğinin tehdit altında olduğunu, tehdidin de yine erkekten geldiğini ifade ediyorsunuz. Kökleriyle toprağına sıkı sıkı tutunmuş olan erkeklik, erkekler tarafından ve erkek için en ufak bir sarsıntıda yıkılabilir. Erkeğe yüklenen bunca sorumluluk ve görev karşısında tutumumuz sadece onları aydınlatmaktan yana mı olmalıdır?
Erkeğe yüklenen yalnızca “sorumluluk ve görev” değil bence. Tüm bunlara karşı geniş bir olanaklar vaadiyle de muhatap erkekler. İşte ekonomik, fiziksel, cinsel şiddet tekelinden hayatın her alanında kadınlardan daha fazla özne olmaya bir dizi vaat var.
Erkeklerin “erkeklikten” kurtuluşu basitçe bir aydınlanma, farkındalık yaratma işi değil elbette. Çünkü iktidar olmadan yürütülen iktidar biçimlerinin, 1600 liraya “aile reisi” olma ehliyetinin hem sınıfsal hem de toplumsal cinsiyetle ilgili çelişki ve çatışmaları dayattığını görüyoruz. “Erkeklikten” kurtuluş bir önkoşul olarak maddi, sınıfsal süreçlerde radikal bir kopuşu hem de sonrasında tüm kültürel örüntüleriyle ciddi bir hesaplaşmayı, özel ideolojik sondajlar yapmayı gerektirecektir diyebilirim kısacası.
Şu günlerde İran’daki başörtüsüz gezme yasağının kaldırılması gündemde. Kitaptaki “din” başlığından da yola çıkarak bu yasakları getirenlerin de kaldıranların da erkekler olduğunu göz önünde bulundurursak din ve erkeklik ilişkisini nereye koymamız gerekecek? Din, erkek ve erkeklik unsurlarını toplumda nasıl konumlandırmalı, üçünün bağını nasıl kurmalıyız?
Din ve “erkeklik” değil ama daha geniş olarak din ve erkek egemenliği arasında tarihsel olarak sıkı bağlar var. Kitapta da ayrıntılarıyla anlattığım gibi kadının ikincileşmesinin tarihi ile dinlerin doğuşu, gelişip serpilmesi birbirinden ayrı ele alınamaz.
“Yasakları getirenler erkeklerdi ve kadınlar buna boyun eğdiler” yaklaşımında da aksak basan bir yan var. Evet bu son derece iri kıyım bir önerme olarak doğru. Ama Kandiyoti’nin ortaya attığı “patriyarkal pazarlık” kavramıyla düşündüğümüzde bu “ezel-ebed ezilen kadın” söyleminin çok da doğru olmadığını, din başlığı da dahil olmak üzere söyleyebiliriz.
Evet, kadınlar ezildi, boyun eğdirildi, daha fazla aşağılandılar, ikincileştiler vs ama bir taraftan da kadınlar bu süreçte kimi zaman pasif ittifakla kimi zaman bazı çıkarlar etrafında aktif savunuyla yer aldılar. Kadınları pür anlamda tarihin nesnesi derekesine indirgemek yanlış olur nihayetinde.
Kitapta verdiğim bir örnek vardı. Hrısitiyanlığın doğuşunda, kadınlar, gaddar ataerkil tasallutun, kural tanımazlığın ve topyekun değersizleşmenin bir norm olduğu koşullarda dinin onlara sunduğu “İsa’nın nişanlısı olma” teklifini, toplumda değer kazanmanın ya da ve ataerkil zorbalıktan kaçmanın bir yolu olarak değerlendirmişlerdir. Hristiyanlığın katı erkek tekeşliliği, kadınlar üzerinde bir baskıyla karakterize olan erkek çokeşliliğine karşı, kadınları koruyan bir kural olarak görülmüştür.
Ne var ki tüm bunlar dinin ataerksini, erkek egemen yapıyı nasıl yeniden ürettiğini dışlamıyor. Türkiye örneğinden bakarsak, şimdi geldiğimiz noktada evlenecek çift neden müftü nikahı yaptırmadığını düşünüyorsa, şortlu kadın şeriata aykırı denilerek dayak yiyorsa, lgbti+ yuttaşın en basit dernek faaliyeti anayasal suç addediliyorsa, “tek kadınla kalmayın, ne muhtaçlar var” diyen evlilik siteleri açılıyorsa burada kadın mücadelesinin ilk ve en acil konusu dinin ataerkisi ve onun icracısı olarak AKP rejimi olduğunu söylemek gerekir.
Kadın mücadelesinin meselelerinin bugünden yarına, bir devrime gerek kalmadan çözülemeyeceğini kabul ediyorum elbette. Ne ki ‘özel alanda’ masaya yatırılan diğer tüm toplumsal cinsiyet konuları; şiddet, aşk, cinsellik, tahakküm gibi dinin ataerkisi de masaya yatırılmalıdır. Bunun anlamı bugünden yarına süreklilik arz etmesi gereken bir mücadelenin, adlı adınca kadınların militanı haline geldiği bir laiklik mücadelesinin yürütülmesinin gerektiğidir. Kesintisiz olması gereken ve bir devrime havale edilemeyecek olan budur.
|
- Rüyaların Hayallere Çıkan Yolu - 7 Haziran 2022
- Görünenin Ötesi - 20 Nisan 2022
- Uzaydan Yeryüzüne Uzanan Bir Kedi Hikayesi - 23 Mart 2022
FACEBOOK YORUMLARI