
Usta yazar Sezgin Kaymaz‘ın ilk roman yıllar sonra April Yayıncılık etiketiyle raflardaki yerini aldı. Sezgin Kaymaz, 20 yıl sonra tekrar yayımlanan kitabı Uzunharmanlarda Bir Davetsiz Misafir‘le ilgili sorularımızı yanıtladı.
Musa tüm lükslerini, ailesinin servetini, diplomasını geride bıraktı. Uzunharmanlar’da en baştan, bir kez daha hayata başlayacak. Sanki hiç yaşamamış, sanki hep burada yaşamış gibi. Saniye kadar uzun, ömür kadar kısa bir konaklama olacak bu. Bir de komşular bu kadar tuhaf davranmasa, bir de evden böyle tuhaf sesler gelmese, bir de geceleri akmış makyajıyla şu düşmüş peri bir görünüp bir kaybolmasa…
Sezgin Kaymaz hayat kadar fantastik bir öykü fısıldıyor bu kez. Var olmaya, yok olmaya, bir olmaya dair modern bir masal anlatıyor. Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir, tekinsiz diyarlara edebi bir yolculuk.
İlk romanınız olan Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir tam 20 yıl sonra April Yayıncılık tarafından tekrar basıldı. Bu 20 yılda bu kitaba ve şimdiye kadar yazdığınız tüm kitaplara baktığınızda ne düşünüyorsunuz ve düşüncelerinizde ve yazım hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?
April bu romanın dosyasını isteyinceye kadar bana da ilk romanmış gibi geliyordu Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir. Ama yollamadan önce gözden ve elden geçirmeye kalkıp meğer yeniden yazmaya başladığımı fark edince hiç de ilk romanmış gibi gelmemeye başladı. Ciddi ciddi yeni bir roman yazıyor gibiydim çünkü; ilerledikçe gibi’si de kalkıp gitti, kala kala yepyeni bir roman kaldı ortada. Bu anlamda fark çok büyük.
Yirmi yıl önce ben bu romanı yazmaya başladığımda roman yazmaya başladığımı bilmiyordum bir kere, sadece yazmak istiyordum ve yazıyordum oturmuş. Henüz okurlarım yoktu, onlar olmadığı için de ben yoktum. Yani o zamanki denklem, denkliğin iki tarafındaki yokluk ile eşitleniyordu.
Şimdi durum değişti. Bu taraf var, çünkü öbür taraf var; okur, yazarı var etmiş durumda şu an.
Yoklukta yazılmış bir romanın varlıkta yeniden yazılmayıp olduğu gibi bırakılması denkliği bozacaktı. Yazıldı, denklik sağlandı. Bu anlamda Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir aslında on altıncı kitaptır. Bu, elden geçireceğim tüm kitaplar için geçerli üstelik. Herkes gibi ben de yeni şeyler düşünüyorum; roman kahramanları nasıl düşünmesin?
Kitabınıza baktığımızda klasik ve sonu belli olan bir olay örgüsünün çok ötesinde insanı şaşırtan, düşüncelerini alt-üst eden bir yapı var. Peki bu yapıyı oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz ve bu romanın yazım sürecinden bahseder misiniz?
Bir şey bizi ne zaman sarsıcı biçimde şaşırtsa, yıksa, kırsa, korkutsa, “Artık şaşırmayacağımı, yıkılmayacağımı, hayâl kırıklığına uğramayacağımı düşünürdüm, yanılmışım.” deriz. Bu sıkça gelir başımıza, çünkü hayat bizzat çok şaşırtıcıdır. Ölmek için doğuyoruz meselâ ve öleceğimizi bile bile kazık kakmış gibi yaşıyoruz, ölüm şuracıkta dikildiği hâlde alışamıyoruz bir türlü ona; bu da her an şaşırmak zorundayız anlamına geliyor.
Ben romanlarımı yazarken arkasını düşünmüyor, biraz sonra olacağın bildiğim falanca olaya doğru ilerlemiyorum. Çünkü yazma alışkanlığımda bir plan veya kurgu ve bu kurguya göre rol kesen kahramanlar hiç olmuyor, ne yapacağını bilmediğim karakterlerin eline veriyorum hikâyeyi, onlarla beraber bilmediğim bir zaman ve mekâna doğru yürüyorum. Bir sayfa sonrası benim için şaşırtıcı oluyor her zaman.
Hayatı kendi hâline bırak, kimseyi şaşırtmaya çalışma; en şaşırtıcı şey bu olur.
Oluyor.
Romanınızda her kesimden insana yer vermişsiniz. Karakterleri oluştururken nelere dikkat edersiniz?
Bir gün bir ilham gelir ve kendimi yazı masama kurulmuş, yeni bir roman yazarken bulurum. Belki bir mekân tasvirinden başlamışımdır, belki karakter tasvirinden, belki tasvire masvire girmemiş, doğrudan diyalogla başlamışımdır. Başladığım gibi de devam ederim, ipleri çekmem, bırakmam, kısmam, gevşetmem; hayatın doğal akışında ilerler her şey. Roman roman değil de şahit olduğum bir maceradır sanki, bakar bakar yazarım; planlamadan, kahramanlara replik sufle etmeden, rol dikte etmeden, olup bitene hükmetmeden. Bende hep böyle yürür bu iş; karakter oluşturmam, o kendi çıkar ortaya, zaten odur, kendisidir, başka türlü davranması, konuşması, yaşaması mümkün değildir; kendini oynar, biz onu kendinden biliriz. Benim katkım olmaz.
Romanlarınızda dille çok oynuyor, günlük dili romana ve diyaloglara çok doğal şekilde yerleştiriyorsunuz. Dil kullanımı sizin için ne ifade ediyor ve bu yerelliği besleyen şey ne?
Gene aynı yere geleceğiz ama, dille de oynamıyorum ben. O adam öyle konuşur, bu adam böyle konuşur, herkes kendi konuşma diliyle düşündüğü için de o öyle düşünür, bu böyle düşünür. Yerel dediğimiz, doğal olandır, fonetik kolaylık için kendiliğinden doğan dil. Bunu olduğu gibi aktarıyorum. Sanayiideki bir oto tamircisinin uzun uzun, düzgün cümle kuracak vakti yoktur, motor askıdadır, karteli sökmüştür, elindeki alyan anahtarından yağ damlıyordur ve çırağından üstüpü isteyecektir. Ağzının içinden “Ver şunu!” der, Ankaralı, Konyalı veya Kayserili’yse “Vir şonu!” Çırak zaten neyi ne zaman vermesi gerektiğini bilen kişidir, “Neyi?” diye sormaz, verir.
Yazarken, öğreniyorum ki o tamirci Konyalı meselâ, başka türlü konuşmuyor ki. Nasıl Zeki Müren Türkçesi konuşturayım ben ona? Eğreti durmaz mı?
Bölümlerin başında farklı dönemlerden birçok kişiye ait epigram kullanmışsınız. Bunları nasıl seçtiniz ve romanınızdaki işlevi ve önemi ne?
Bunu niye yaptığım hakkında bir fikrim yok. Bilmiyorum. Ama çoğunlukla bir bölüme başlamadan önce, bir şey geliyor aklıma, bazen bir dörtlük, bazen bir mesnevî, bir rubai, bazen de bir söz; ve o şey gidip oraya konuyor. Müzikteki sol anahtarı gibi sanki, olmazsa olmaz. Nitekim bittikten sonra görüyorum ki, o epigraf romanın başka bir yerine de konulamazmış zaten. Benim içimi açıyor, önümü açıyor, bana ilham veriyor sanırım.
Genel olarak okuyucular okurken çok yorulmak roman üzerine düşünmek istemiyor. Ama sizin bu romanınıza baktığımızda okuyucuyu düşündürecek, olayları takip etmesini sağlayacak hatta yeri geldiğinde bütün bildiklerini yıkıp alt-üst edecek bir yapı ve dil var. Siz okuyucularınız ve romanınız arasında nasıl bir bağ kurmak istediniz? Genel olarak okuyucu yazardan bir şey bekler ve romanını beklentilerine göre okur. Peki siz okuyucularınızdan romanınızı okurken neler beklersiniz?
Direkt okuyucudan beklemem ama umarım, o da şudur: Yazarken hissettiklerim o tarafa geçsin, okurla duygudaş olalım; beraber ağlayalım, beraber gülelim, beraber kızıp köpürelim, beraber erisin içimizin yağları, romanda her ne olup bitmişse beraber seyretmişiz gibi hissedelim, sonra o kitabı beraber kapatalım, yeni bir kitaba geçelim.
Kasıtsız, hesapsız kitapsız, “Şimdi çok fena inandırayım!” demeden yazınca yeteri kadar inandırıcı oluyorsun, inan.
Kitapta varoluş problemini denklemler üzerinden ele alarak anlatmaya çalışıyorsunuz. Roman boyunca hayatın aslında denklemlerle oluştuğunu ve insanların yaşamlarını bu denklemlerin belirlediğini Uzunharmanlar’da yaşayan karakterlerin ağzından sürekli söylüyorsunuz. Ve roman boyunca bu denklemlerin olaylara, durumlara göre değiştiğini de görüyoruz. Peki sizin hayatınızdaki en büyük denklem ne ve sizin hayatınızı şekillendirken nasıl bir rol oynuyor?
Gıcık bir soru, teşekkür ederim. Şöyle söyleyeyim, hayat, onu yaşarken parça parçaymış gibi gelir insana; aslında bir bütündür. Vücut gibi. Böbrek kendi işini yapar ve onun hayatı ondan ibaretmiş gibidir, ama kalp, karaciğer, damarlar sinirler ve bağırsaklar olmazsa böbrek de olmaz. Nasıl ki her organın ayrı ayrı kendi denklemi varsa benim de yaşadığım her an, hayat sadece o andan ibâretmiş gibi ayrı ayrı denklemlerim var. Topladığında “Hayat” oluyor. Bunun ötesinde, kendimi denklemin bu tarafında gördüğüm zaman, denklik işaretinin öbür tarafında hep Hülya’yı görüyorum. O olmasaydı şu olanların hiçbiri olmazdı.
Uzunharmanlar romanda varoluş- yokoluş, ölüm-kalım arasında bir yer, hatta bir köprü motifi olarak kurulmuş. Ve burda kalıp kalmamak bir tercihe dönüşüyor. Buradan hareketle herkesin hayatta ikilikleri ve sorunları olduğunu ve bunlar arasında bocaladığını görüyoruz. Peki sizin için Uzunharmanlar ne ifade ediyor?
Ne orada ne burada olduğumuz, neye karar vereceğimizi bir türlü bilemediğimiz zamanlarla doludur hayat; yol çatal çataldır, şurdan mı gitsek burdan mı gitsek, başlamadan asla bilemeyeceğimiz upuzun maceralar bekler bizi, o kadar ki, ömrümüz hakikâtte bu ikiliklerin, seçişlerin bir sonucu olarak belirir. Zaten de bundan ibârettir. Önce seçer, sonra ya pişman oluruz ya da o yanı seçtiğimiz ve geri manevra yapamayacağımızı bildiğimiz için kendimizi haklı görmeye çalışırız.
Öbür tarafa gitmiş olsaydık ne olacağını katiyen bilemediğimiz şeydir hayat. Uzunharmanlar’a gidenlere bu şans veriliyor, bana Uzunharmanlar’ın ifâde ettiği bu.
Misafir kavramı Türk geleneğinde çok önemli bir yere sahiptir. Siz de bu kavramı farklı bir boyutta işlemişsiniz ve yine kültürümüze ait olan çay, kahvaltı ve misafiri rahat ettirmek gibi unsurlarla bunu desteklemişsiniz. Peki misafir sizin için ne demek?
Bizim evimiz kapısız. Ciddi söylüyorum, madden orada duran bir kapı var ama kapı olduğundan kendisinin de haberi yok, çünkü yirmi dört saat açık, anahtarımız da yok. Misafir, bu evin en az bizim hakkımız olduğu kadar kendi hakkı da olduğuna inanan, o saikle gelen insandır bizim için, başımızın üstünde yeri vardır. Yanlış anlaşılmasın, kibar kibar kırılıp dökülmez, elimizde olmayan şeyleri önüne koyacağız diye yırtınmaz, poz yapmayız; ben işim varsa gider yaparım, Hülya gider yapar, neysek o olarak karşılarız, neysek o olarak ağırlar, uğurlarız misafiri, istediği kadar oturur, kalır, yer içer, istediği zaman gider, istediği zaman gene gelir. Aslolan samimiyettir, olduğumuz gibi görünmemizden rahatsız olmayan, olduğu gibi buyursun gelsin.
Günümüzde eksikliğini hissettiğimiz en önemli unsurlardan bir tanesi mahalle kültürü. Artık özellikle büyük şehirlerde bu kültürün kaybolduğunu ve insanların birbirine güvenmediğini görüyoruz. Romanınıza baktığımız zaman mahalle sıcaklığını ve bunun sürdürüldüğünü hissediyoruz. Günümüze baktığınız zaman siz bunun eksikliğini yaşıyor musunuz ve bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yaşamaz olur muyum bunun eksikliğini, hem de ne biçim yaşıyorum, her dakika yaşıyorum. Örneklerim de çok sağlam üstelik.
Bak anlatayım: Bundan otuz sene önce yeni evimize taşınırken komşular birer ikişer döküldü sokağa, kimi eşyaları yerleştirmemize yardım etti, kimi yemek yaptı getirdi, kimi çay demledi taşıdı bardak bardak, yetmedi, biz yerleştikten sonra bir de toplanıp hoş geldin demeye geldiler hep beraber; herkes kendini tanıttı, ben şuyum, şu ihtiyacınızda başka yere gittiğinizi duymayayım, ben buyum, buna dair bir şey lâzım olursa kapım yirmi dört saat açık, araba lâzım olursa anahtarı emrinizde…
Bundan otuz sene sonra evimizde yangın çıktı. Yeni komşularımız pencerelere, balkonlara doluşup güzel güzel seyrettiler perişan hâllerimizi, bir ellerinde çekirdekleri eksikti, itfaiye gittikten sonra da gerisingeri girdiler evlerine, ne “Bir ihtiyacın var mı komşu?” diyen oldu, ne de “Bir yudum su ister misin?” diyen.
Olur mu böyle? Biz ne ara o insandan bu insana dönüştük? Nasıl böyle duyarsızlaştık, duvarlaştık?
Al sana başka bir örnek… Kızımız büyürken sokağa salardık, arkadaşlarıyla oynasın diye. Çıkarken sokak hayvanları için yiyecek götürürdü evden. Her gün bir kedi veya köpek bulur, “Ne olursunuz bunu eve alalım.” diye başımızın etini yerdi.
Aradan geçti yirmi beş yıl… Geçen hafta bir sokak kedisini odunlarla döven çocukların elinden aldık.
Daha örnek ister misin?
Romanlarınızda fantastik ögeleri çok fazla kullanıyorsunuz hatta romanınızı fantastik edebiyat alanına dahil edebiliriz. Genel olarak çağdaş yazarlara baktığımızda birçok yazar artık fantastik roman ve hikayeler yazıyor. Sizce bunun nedeni gerçek dünyadan ve sorunlardan bir kaçış ve sığınacak yer aramak mı? Siz fantastik unsurları hangi amaçla kullanıyorsunuz?
Bana sorarsan ben hayatın ta kendisini yazıyorum, o yeteri kadar fantastik çünkü. Rüyalara inanırız, hortlaklara, hayaletlere inanırız, bir şey olup bittikten sonra “Zaten benim içime doğduydu!” der, kendi kerâmetimize inanırız, evliyalara, ermişlere, Hızır’a inanırız, kötü şeylerin biz söylemezsek olmayacağına inanır, “Evlerden ırak!” diye diye dolanırız, ters dönen terliği hemen atlar çeviririz, çatlayan aynayı kaldırır en uzak çöplüğe atarız, bardak düşer de kırılmazsa alır bir daha vururuz yere ki kırılsın, çünkü uğura, uğursuzluğa inanırız, nazara inanırız, kem göze inanırız; hayatı kendimiz fantastik yaparız bizzat, sonra da oturur, kendi yaptığımız şeye inanırız. Bundan kaçış yok.
Bazı yazarlar gerçek dünyadan ve sorunlardan kaçmak için fantastik edebiyata yöneliyor olabilir, ama genelinin bunu yaptığını düşünmüyorum ben. Yazmak hayâl gücüyle ilgilidir ve fantastik edebiyat hayâl gücünün sınırlarını zorlar; yazar da sınırsızca hayâl eden adam olduğuna göre?
![]()
|
- ZAMANIN KALIPLARINI KIRAN BİR BİLİMKURGU: SÜPERSİMETRİ - 25 Ekim 2019
- Bu hayatın ne kadarı bizim? - 26 Mart 2019
- Akılalmaz Bir Yolculuk! - 6 Aralık 2018
FACEBOOK YORUMLARI