“Her birey boşlukta belli bir yer kaplar, kadın varlığı o yeri düzenlemek, hoşlaştırmak ya da kendine uydurmak derdindeyken, erkek varlığı o yeri genişletmek arzusundadır.”
Gaye Boralıoğlu “Dünyadan Aşağı” kitabını tanıtırken dile getirdiği bu tanımdaki rol dağılımını, cinsiyetçi bir anlayışla değil cinslerin taşıdıkları duygu dünyalarının doğal döngüsü olarak ifade eder.
Bir kadın yazar olarak üç kuşak baba-oğul ilişkisini anlattığı bu romanında zor bir konuyu ele almış aslında Boralıoğlu. Daha çok erkek dünyasını anlatan bu romanı okurken dikkatimi çeken ilk şey, öğrenilmiş davranış kalıplarının erkek dünyasını(iç ve dış) nasıl teslim aldığı ve onu erkek olmanın doğal gerekliliği olarak nasıl sundukları oldu.
Roman, Özge Dirik’in “Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu” dizeleri ile başlar ve bu dize, hikayenin de mihenk taşını oluşturur. Bu söz; ataerkil bir toplumda varlığı ile çatıştığımız, yokluğu ile üzüldüğümüz, eksildiğimiz ya da otoritesi altında ezildiğimiz baba- evlat ilişkisi içinde nasıl şekillendiğimizi anlatır bize.
Balat’ta bir ağacın altında “insan yaralı bir hayvandır” cümlesi ile açılan kitabı okudukça, asıl yaranın alnındaki kurşun yarasından daha farklı ve derin yaralara götürüyor roman kahramanı üzerinden yazar bizi. Otoriteyle ilişki, insan olma, baba olma, oğul olma gibi haller üzerinden üç kuşak baba-oğul ilişkisi gözler önüne seriliyor.
Teknik olarak üç anlatıcının bulunduğu kitaptaki sesler; kahramanımız Hilmi Aydın, kitap içinde bir kitapla karşımıza çıkan Selim Aydın ve kitabın asıl anlatıcısı Ali Cemal’in sesleridir. Bu durumu “bir türkü, bir pop şarkısı değil, kocaman büyük bir orkestra ile senfoni yazmaktı iddiam” diye anlatır yazar bize. Üç farklı zaman ve üç ayrı dil kullanımıyla, kurgu, akıcılık, geçişgenlik, anlaşılırlık ve dil açısından doğrusu ben çok başarılı buldum romanı.
Gelelim romanın kahramanlarına:
HİLMİ AYDIN
Romanın baş ve anti-karakteri Hilmi Aydın, Balat’ta yaşayan bir esnaf lokantacısıdır. Birçok şeye hevesleri olan ancak hiçbir hevesinin sonunu getiremeyen, tabiri caizse biraz aylak, zaaflarını dizginleyemeyen, dünyaya aşağıdan bakan vasat bir kişilik. Bir şey olmak isteyip bir türlü olamayan, elindeki imkanları doğru kullanamayan, bu nedenle oluşan başarısızlığın suçunu hep başkalarına atan, kendi mutsuz etrafı mutsuz bu kısır döngüden biraz sıyrılmanın en kolay yollarına sapan bir karakter.
Kaypak, riyakar, bencil, sadece kendine Müslüman bir adam. Kolayca bahaneler üreten, zaaflarında cesur, düşüncelerinde korkak bir insan. Her insanın zaafları vardır. O zaaflara düşüp düşmemenin şahsiyet meselesi olduğunu anlamayacak kadar şahsidir düşünceleri. Dışarıdan nasıl göründüğü hiç umurunda değil, aynada nasıl göründüğü önemli onun için. Çünkü o da biliyor ki, dışarıdakilerin de kendinden bir farkı yok. Bu yüzden sahteliği ve yan yollara sapıvermeyi insanlık hali sanan bir adam. Yapılan hataların toplumsallık içinde meşrulaştırma veya izah etme derdi yok çünkü çevresinde bu çabayı gerektirecek bir toplumsal anlayış yok. Çünkü, değerler çöküşünü içselleştirmiş bir toplumda bir değil, bir çok Hilmi Aydın var.
Aslında bu kadar kötü insana tanık olduktan sonra Hilmi Aydın’a tamamen kötü bir insan demek de mümkün değil ama iyi de değil. Tahammülü zor ama sevimli tarafları da var. İnsanı seveyim mi, kızayım mı diye arada bırakan bir tipoloji. Bu ikilemin yarattığı sersemlikten yarar uman ve belki de çağımızın çokça besleyip büyüttüğü ve onların tercihleri ile belirlediği yönetimle yaşamak zorunda kaldığımız tanıdık bir karakter Hilmi Aydın.
Bir gün başından aldığı bir kurşunla yapayalnız bir ağacın altında yardım beklerken, gözünün önünden geçen tüm hayatı ona yaptığı yapamadığı tüm günahlarını hatırlatır. Ölünce cehenneme gideceği korkusuyla Tanrı’dan iyi bir insan olarak bütün bunları telafi edecek bir süre ister duasıyla. Tek korkusu cehennemdir. Bir taraftan cehenneme gideceğinden emin diğer taraftan kendini daha kötülerle kıyaslayarak “ben niye cehenneme gideyim ki “ tesellisi içinde kıvranır durur.
Hastane sürecinde öğreniriz ki, aldatılma nedeniyle belki de hayatta en büyük yıkıma uğratarak ayrıldığı eşi; belki vicdan, belki vefa, belki de bilmediğimiz bir nedenle onun yanı başındadır. Bunu gören Hilmi Aydın hayatında az rastlanır ince bir vicdan sızısı duyar. Tanrı’ya verdiği söz ve cehennem korkusuyla iyi bir insan olma çabası mı diye düşünürken biz okurlar, onun bu süreci eşi ile barışma oyunları olarak kullandığını da görürüz diğer taraftan.
Aslında iyi bir insan olma arayışları yok değildir Hilmi Aydın’ın. Normal hayatında dini vecibelerini çok yerine getirmese de inançlı biriyken, güvendiği bir din hocasından iyi insan olma yollarını öğrenmek için telkinler almaya, camiye gitmeye ve dine sığınmayı da dener. Ama sadece dener onu da yürütemez bir türlü. Kendi korkuları ve arzuları dışında hiçbir dertle ilgilenmeyen, cehennem korkusu olmasa Tanrı ile de pek işi olmayan bir karakter.
Baba otoritesi karşısında isyanını doğru kullanamamış, tüm karşı çıkışlarını babasına zarar vermek, onun isteklerini kendine vereceği zararı düşünmeden reddetmek olarak belirlediğinden kendi yolunu bir türlü bulamayan Hilmi Aydın’ın, bütün bu olumsuzlukların karşısında en büyük suçlu olarak gördüğü kişi ise tabiî ki baba Selim Aydın’dır.
SELİM AYDIN
Merhum Selim Aydın şimdi Hilmi Aydın’ın işlettiği lokantayı işleterek geçimini sağlamış bir kişidir. Yalnız Hilmi Aydın’la Selim Aydın arasında işletmecilikte önemli bir fark var ki o da lokantanın menüsü ve müşteri profili. Selim Aydın Osmanlı ve Anadolu’nun özgün yemeklerini doktora yapacak kadar araştırmış, incelemiş, yerlerinde görerek deneyimlemiş ve üzerinde kılı kırk yaran ince bir çalışmayla menüler oluşturmuş bu vesileyle İstanbul’un en seçkin, en elit, şair, yazar,oyuncu gibi sanat insanlarını ağırlarken lokantasında, Hilmi Aydın gerek beceriksizlik gerek vurdum duymazlık, gerek tembellik nedeniyle bu güzel yatırımı esnaf lokantasına dönüştürmüştür.
Selim Aydın kendi kuralları ve doğruları olan, durduğu yerden kolay kolay taviz vermeyen, ailesine bağlı ancak sevgisini pek göstermeyen, ailenin daha çok ekonomik yönüne kendini vakfetmiş ve bunun en iyisini yapmak için uğraş vermiş bu sürede belki başka yol bilmediğinden, belki şartlı öğretiden, belki doğrusunun o olduğunu düşündüğünden ailesini duygusal anlamda besleyememiş bir karakter. Aslında oğlu Hilmi Aydın için güzel gelecek planları yapan onu ekonomik anlamda destekleyen ve maddi anlamda herhangi bir sıkıntı yaratmayan bir kişilik.
Selim Aydın kendince en iyisini yapmaya çalışan, göstermeden ezen, şiddet kullanmadan döven bir adam. Gel gör ki, babaların çocuğunu kucağına aldığı anda başlayan ilk iktidar ilişkisi bu baba-oğul ilişkisinde de kendini gösterir ve tabiî ki iktidarın var ve hakikat olduğu her durumda ona baş kaldırmanın insanlık hali olduğunu da. Yazar bu durumu “iktidar insan bünyesindeki başkasını hedefleyen kötülüğün kurulu ilk mekanizmasıdır.” diye açıklar.
Bir gün Hilmi Aydın’ın “iyi insan olma” arayışları sürerken baba Selim Aydın’ın ölmeden önce hayatını kaleme aldığı “Sırlar” başlıklı defteri ile yolları kesişir. Babasının gerçekten hiç kimseye göstermediği iç yüzünü burada görür. Çünkü Selim Aydın yaşamda ki hatalarını, başarılarını, başarısızlıklarını, kırılganlıklarını, yaralarını tüm açıklığı ile bu “sırlar”ın içine dökmüştür. Ayrıca yıllardır çalışanlarından bile sakladığı leziz yemeklerinin sırlarını da itiraf eder. Hayat felsefesini de ‘elma dolması’nın şu tarifinde açık eder bize. “Dolmanın içini sakın çok doldurmayın, pişerken şişecek olan pirinçleri hesaba katın, aksi takdirde tıkız bir yemek olur. Dünyada yalnız bir pirinç tanesinin değil, her bir nesnenin bilhassa da insanın etrafında mebzul miktarda mesafe olmalıdır. Mesafe tabiatta her şeyin uyum içinde bir arada bulunabilmesini, insanoğlunun da birbirine tahammül edebilmesini sağlar.”
Hilmi Aydın ‘sırlar’ defterini okudukça babasının kendisine olan sevgisini görmesine rağmen yine de öfkesini yenemez babasına karşı. Ancak bir şeyler başarabilmenin yolu olarak lokantayı yeniden dizayn etme fikri aklına yatar. Buradaki en büyük kozu da babasının tarifleri olacaktır. Ancak, oluşacak başarıyı kendine mal etme adına tariflerde aslını bozmayacak şekilde minicik değişiklikler yaparak kendini emek hırsızlığından koruduğuna bile ikna eder.
ALİ CEMAL
Kitabın asıl anlatıcısı ve aynı zamanda şair. Tanıklıklarını içindeki “Tanrı gözüyle” değerlendirebilen görmediği, bilmediği olayları hayatın insana verdiği bilgiyle harmanlayıp kişilerle özleştirebilme yetisi olan bir kişilik. Anlattıkça kendini tanıyan, çaresizliğin içinde nasıl kıvrandığını fark eden ve kendini şiirlerle ifade etmeye çalışan, ne Hilmi Aydın ne de Selim Aydın’la karakter olarak benzeşen biri. Hele hele “kelimeler karın doyurmaz” diye düşünen Hilmi Aydın’ların hiçbir zaman anlayamayacağı biri. Çünkü, Hilmi Aydın kendi zaaflarını ve zorunluluklarını hayatın gerçekliği olarak değerlendirirken, Ali Cemal bu gerçekliğe karşı “ Hayat sadece taştan, topraktan, gerçekten ibaret değil. Onlar mağaranın duvarları. Sadece gerçek peşinde koşarsan mağaranın içinde yaşarsın ömrün boyunca. Dışarıyı hayallemek diye bir şey var. Güneşi, havayı, ruhu hayallemek, toz zerreciklerini, görünmezi, olmayanı hayallemek…” diye düşüncesini belirttiğinde, Hilmi Aydın bu açıklamanın içinde anlayabildiği ve üste çıkabileceği tek sözcüğe sığınarak “sen şimdi bana mağara adamı mı diyorsun?” diye verdiği yanıtla doğrusu ne Ali Cemal’i ne de biz okurları şaşırtır.
Uzaklaştıkça harfleri/kelimeleri düşüren biri ile, uzaktaki harfleri/kelimeleri belleğine, yüreğine yerleştirip içselleştiren birinin aynı dili kullanamamasının büyük sancılarını çeken Ali Cemal; değerlendirmelerinde okur psikolojisinin “ Her okur ilk kez okuduğu metne benzersiz bir bağla bağlanır. Ardından ne söylenirse söylensin sonuçta ilk metin ruhta en derin izler bırakandır, o yüzden de ardından ne kadar kötü eleştiri yazılmış olursa olsun, okurun bir metinle kurduğu ilişkinin düzeyine asla erişemez.” olduğunu söyleyerek hassasiyetinin derinliğine ve samimiyetine inandırır bizi. Ali Cemal’in buradaki okur yaklaşımı bana, Nurdan Gürbilek’in şu sözünü hatırlatır,.”Okumak, metinle aramızda bağ kurmak kadar, metinle aramızdaki aşılmaz mesafeyi anlamlandırmaktır aynı zamanda. İlki öznel, kişisel yönüyse okumanın, ikincisi daha nesnel yönü olacak. İlkinde kendini keşfediyorsa insan, ikincisinde kendinden vazgeçmesi gerekecek”. Sanırım Ali Cemal’in belirttiği ilk metinle başlangıçta öznel daha sonrasında ise nesnel bağ kuruyoruz okur olarak.
İşte; iç içe geçmiş ancak ayrı dünyaları olan bu üç insanın paylaştığı uzun bir yaşamı öykülemiş yazar. Bu öyküden yola çıkarak tanıdığımız karakterler bize bir kez daha gösteriyor ki, insan varlığı üzerine kesin cümle kurmak çok zor. Her insan kendi dili kadar var ve yaratan zihin ile yorumlayan zihin arasında fark da o dil sayesinde ortaya çıkıyor.
Kahramanlarımızın hemen hemen üçü de aslında çevremizde çokça aşina olduğumuz tipler olsa da, Selim Aydın’ların gittikçe yerlerini Hilmi Aydın’lara bırakmasını, Ali Cemal’lerin ise yalnızlığını gözlemlemek ayrı bir acı.
Roman; kötülük ve vasatlığın hiç olmadığı kadar görünür olması, insanların ‘özür dilemek’ yerine ‘ne olmuş yani’ yüzsüzlüğüne ittiğini ve bu karanlığın sonunun kestirilemediği bir süreçte ütopyaların nasıl yok olabildiğini bir kez daha düşündürüyor insana.
Gerçeğin çok çabuk çarpıtılabildiği, hakikatin ortaya çıkmasının engellenemediği durumlarda onun değersizleştirilmesi, insanların kolayca kendini aklayabildiği Hilmi Aydın’lar keşke sadece romanda kalsa ama ne yazık ki gözümüzün gördüğü her yerde Hilmi Aydın’lar var artık. Ve etik anlamda değerler ve birlikte yaşamamızı sağlayacak kavramların gittikçe azalması ile de Türkiye gerçeğinin bir yansıması sanki..
Yazarın böyle bir kaygısı var mıydı bilmiyorum ama Hilmi Aydın’ın içselleştirilmemiş din inancı ve kaypak tavırları ile zamanın ruhuna, Selim Aydın’ın “sırlar” kitabının kendisi tarafından basıma layık görmemesi ile de edebiyat dünyasına ince bir mesaj göndermiş gibi geldi bana.
Yüzün suçunu aynaya yükleyenlerin, başlangıç noktasından öteye gidemeyen kocaman hayatlarını ve –mış gibi yaşamlarını çarpıcı bir şekilde öyküleyen Boralıoğlu, ütopyasız bir yaşamın bayatlığında insanı “Dünyadan Aşağıya” savuruyor adeta.
|
- ZAMANIN BİR UCUNU DİĞER UCUNA TEYELLEMEK - 6 Mayıs 2022
- Zamana açılabilen kültür olgusu: Mitler… - 5 Mart 2019
- Çocuklarını Yiyen Satürn - 1 Ekim 2018
FACEBOOK YORUMLARI