Felaketler Çağında Edebiyat; Üç Başlı Ejderha

Üç Başlı Ejderha’da yazar hikayeye kendi sesi, oğlu hapiste öldürülmüş bir kadın ve bu oğulun arkadaşı olmak üzere üç tanık kurgulamıştır.

“En hayati noktaya kadar yok edilmiş olmanın ne anlama geldiğini kavramak istiyoruz. Bütün yapmak istediğimiz bu. Yalnızca edebiyat Felaket’ten söz edebilir.”1

Walter Benjamin, Tarih Üzerine Tezler’inde, ezilenlerin geleneğinin bize, içinde yaşadığımız olağan üstü durumların gerçekte kural olmasını öğrettiğini söyler.2 Gerçekten de katliamların ve savaşların olağan hale geldiği bir çağda yaşıyor ve her gün yeni bir felaketin haberini alıyoruz. Felakete ve ölüme yakından şahit olan insanların, gerçekle, dünyayla bağının zayıfladığını, psikolojilerinin bozulduğunu, özne olma durumlarını kaybedip umutsuzluğa kapıldıklarını yakından gözlemliyoruz. Peki bu hale gelen tanıklar felaket anlarını diğer insanlarla nasıl paylaşıyor ve yorumluyorlar?

Yorumlamak dendiğinde aklımıza genellikle edebiyat gelmektedir. Çünkü yorumlamak, kendine göre aksettirmek ve betimlemek edebiyatın işidir ve felaketler yorumlanmayı beklemektedir. Öyleyse içinde yaşadığımız, her yerde bombaların patladığı, soykırımların gerçekleştiği bu felaketler çağında edebiyat suskunluğunu nasıl bozabilir?

Tanıklık ettiğimiz bir katliam, savaş vb. sırasında olaylar henüz sıcakken ve insanlar acı çekerken, genellikle, “Şimdi fikir yürütmeyi, edebiyat yapmayı bırak, önce acımızı yaşayalım.” çağrıları yapılır. Peki böyle anlarda susmak zorunda kalan veya yazılacak şeyleri bir türlü toparlayamayan edebi bir anlatı, felaket sırasında ya da sonrasında nasıl oluşturulabilir?

Aslında, felaket çağında yaşıyor olmamıza paralel olarak sorduğumuz tüm bu soruların cevabını verebilecek nitelikli eserler ve incelemeler mevcut. Örneğin, edebiyatımızda felaket anlatılarının en önemli örnekleri olarak Birgül Oğuz ve Leyla Erbil gibi isimler verilir. Özellikle Leyla Erbil’in Üç Başlı Ejderha‘sı Türkiye’de Felaket edebiyatının belki de en önemli örneğidir. Biz de bu yazıda, geçtiğimiz temmuz ayı ölüm yıldönümü olan büyük yazarın bu novellasını felaket edebiyatı çerçevesinde incelemeye çalışacak ve yukarıda sorduğumuz soruların cevaplarını arayacağız. Bu esnada bize Marc Nichanian’ın Ermeni Felaketi üzerine yazılan tanıklıklardan yola çıkarak hazırladığı Edebiyat ve Felaket kitabı, Walter Benjamin’in ise Pasajları eşlik edecek.

Üç Başlı Ejderha ve üç farklı tanık:

Walter Benjamin, Tarih Üzerine Tezler’inde, tarihi bir meleğe benzetmektedir. Yüzünü geçmişe dönmüş ve kanatları açık duran bu meleği “ilerleme rüzgarı” sırtını döndüğü geleceğe doğru sürekli ittirmektedir:

Bizim olaylar zinciri gördüğümüz noktada o tek bir felaket görür. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki melek artık kanatlarını kapayamaz.3

Üç Başlı Ejderha’da Leyla Erbil’in konumu da Benjamin’in bahsettiği tarih meleğine benzetilebilir. Yazar hikayeye kendi sesi, oğlu hapiste öldürülmüş bir kadın ve bu oğulun arkadaşı olmak üzere üç tanık kurgulamıştır. Kitapta iki ayrı anlatı birlikte ilerler. Bunlardan biri oğlunu ve kocasını kaybetmiş, delirmiş yalnız bir kadının ve Sultan Ahmet’te yer alan Yılanlı Sütun diye de bilinen Burmalı Sütun’un ortak hikayesidir:

“Fetih’ten sonra Ayasofya’ya at üstünde giderek yerlerde serili olan cesetleri çiğneyerek mihrabın bulunduğu yere kadar gelip orada henüz daha kanlı olan elini bir direğe resmetmiştir ve o iz bugün de aynı yerde görünür.” denilen padişahların torunları bunlar,,, dedim sonra,,, kimler dedi,,, Malik Ünver’i öldürenler dedim,,,4

Yukarıdaki anlatıdan da anlaşılacağı üzere anlatıcı, oğlunun katillerini bulmak üzere yüzünü geçmişe dönmüştür. Bunun sorumluları olan neredeyse bin yıllık bir tarihten hesap sormaya çalışmakta ancak kimden nasıl ne soracağını da bilememektedir.

(Genç dostum) pineklediğim eşikten yere itekliyor sanki beni,,, yeniden kalkışmaya çağırıyor,,, yoksa o değil kendim mi,,, belki sadece başını dayayıp cama dışarılara bakan bir bitkin adam gibi tarihine, anılarına mı bakıyor benimle,,,5

Anlatıcı, hikaye boyunca aşağıda da bahsedeceğimiz bir kelimeyi sıkça kullanmaktadır: Eşik. Anlatıcının durduğu ve yukarıdaki alıntıda da geçen bu eşik, bugün ile yarın arasında bir “araf”tır. Tanık, geleceğe gitmeye çalışır ama gidemez. Tıpkı Benjamin’in meleği gibi bir şeyler onu kalkışmaya ittirse de ömrü bin yıllık bir geçmişi izlemekle geçer.

Bu noktada Marc Nichanian’a da kulak vermemiz gerekmektedir. Nichanian, bir felaket romanının felaketten önceki bir zamana kendini taşıması gerektiğini ve insanları Felaket’e sürükleyen sürecin tamamına bir kez daha eşlik etmesi gerektiğini söylemektedir. Kanımca Leyla Erbil de bunu yapmaya çalışmıştır. O, bir toplumu çeşitli felaketlere sürükleyen işgalci imparatorlukların, dinlerin tarihine anlatıcının gördüğü rüyalar ve yazar sesi aracılığıyla eşlik etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz iki hikaye, Fatih Sultan Mehmet’in kıyamadığı, ve anlatıcının rüyalarında bir tanrıça olup doğurduğu çocuğu Konstantin Ejderi’nin (heykel) yıkılması ve anlatıcının oğlunun ölmesiyle felakete uğrayarak noktalanmaktadır.

Buradan hareketle yaşanan bu felakete anlatıcının nasıl tanıklık ettiği ve en önemlisi bu tanıklığı nasıl aktardığı konusuna girmek yerinde olacaktır. Bunun için tekrar Nichanian’a kulak vereceğiz. Yazar, felaket anlatılarında sağ kalanlar üzerinde anlama ihtiyacı duyulanın “kayıp” olduğunu ve kaybın dört boyutu olduğunu söyler: Kaybı dile getirme kapasitesinin ve yorum yapma gücünün kaybı, “Affediyorum.” diyebilme ve yas tutma gücünün kaybı. Dilerseniz bu dört boyutu açıklayarak tanıklığın yapısını anlamaya çalışalım.

Kaybı dile getirmenin ve yorumlamanın kaybı:

Nichanian, edebiyatın başarısızlığından başka hiçbir yolun edebiyat çerçevesinde Felaket’i* yorumlamaya yetmeyeceğini söyler. Felaketi yalnızca edebiyat yorumlayabilir ama söyleyeceklerini de ancak olumsuz bir dille ifade edebilir. Çünkü Felaket, tanığın dil yetisinin azalmasına neden olur ve öznenin kişiliğini yok eder. Bu durumda edebiyatın başarısızlığı, edebiyatın kayıp olanı yorumlamadaki en büyük başarısıdır, diyebiliriz.6 Bunun gerçekleşebilmesinin en önemli yolu da kaybı dile getirebilmenin kaybıdır. Nichanian’a göre, anlatıcı konumundaki tanık, Felaket’i gösterebilmek için edebiyat aracılığıyla dilin sınırlarını keşfetmelidir. Bu nedenle felaket edebiyatında dil genellikle parçalanmış, kurallardan sıyrılmış bir halde bulunur. Üç Başlı Ejderhaya baktığımızda da anlatımın ve noktalama işaretlerinin parçalanmışlığını görebiliriz:

soluması güzeldi,,, güp güp diye çarpardı duvarlarına evimin,,, (…)

Bir şey mi kaçırıyordu benden,,, eksik sözcüklerle konuşuyordu,,, biçem mi olmuştu bu,,, yani huyu,,, bakardım,,, çocuk o henüz,,, kimsesiz,,, bir adam,,, af çıkıp ortalık biraz yatışır gibi olduğunda,,, artık burada yaşamaya dayanamayacağını kimseye görünmek bilinmek istemediğini,,, yıllar geçti,,, orada Yunanlı bir kadınla evlenmiş Yunanca da öğrenmiş,,, ajan olabilir miydi,,,7

Yaptığımız alıntıdan görebileceğimiz üzere yazar, roman boyunca “,,,” üç virgülden başka noktalama işareti kullanmamaktadır. Kelimeleri kuralsızca bu noktalama ile bölebilmekte, bu sayede de alıntının başında belirttiği “soluk soluğa olma” ve nefesi yetmeme durumunu okura yansıtabilmektedir. Bunun yanı sıra cümleler de sıralı ve kurallı değildir. Cümleleri bitirmeden konudan konuya atlayabilmekte ve düşünce akışı yöntemini de bu şekilde yansıtabilmektedir. Kendi deyimiyle bu anlatıda “sözcüklerin kafası koparılmış” gibidir.

Affetmenin ve yas tutmanın kaybı

Nichanian’a göre bir affedilme talebi barışma hareketinin ilk adımlarındandır. Bu noktada O, “Özür diliyoruz.” cümlesinin kimi muhatap aldığını (bir ulusu, bir bireyi vb.) ve  en önemlisi muhatap alınan kişinin affetme gücünü taşıyıp taşımadığını sorgulamaktadır. Resmi tarih yazımına göre yalnızca failin yani güçlü olanın anlatısı tarihte yankılanacak ve gelecek kuşaklar bu doğrultuda yetiştirileceğine göre, herkes ataları adına özür mü dilemelidir?

Nichanian bu sorgulamalardan barışma tiyatrosunun tek dilli olduğu ve öyle kalacağı sonucuna varıyor.8 Bu, barışacak taraflar arasında bir durum eşitliği olmamasından kaynaklanmakadır. Taraflar arasında durum eşitliği olmamasının iki önemli nedeni bulunmaktadır: Birincisi; katil ile maktülün yani felakete uğrayanla uğratanın felaket sonrasında eşit durumda olması zaten beklenemez. İkinci olarak da her barışma edimi yas tutmayı yasaklar.

Nichanian bu noktada  Sophokles’in en büyük trajedilerinden biri olan Antigone’yi örnek göteriyor. Antigone’nin birbiriyle savaş içerisinde olan erkek kardeşleri Eteokles ve Polyneikes, Tebai Surlarının önünde devletin siyasal birliği ve site yapısı bozulmasın diye barışırlar. Fakat ikisi de ölünce kral dayıları Kreon, Polyneikes’in cesedinin gömülmesini yani onun için yas tutulmasını yasaklar. Antigone, kardeşini gizlice gömmeye çalışırken yakalanır ve canlı canlı ölmesi için bir mezara kapatılır. Bu durumda tarafların barışması bir tiyatrodan ibarettir. Kralın desteğini almış biri, diğeriyle eşit konumda olamamıştır ve barışmanın ardından yas yasağı gelir.

Bu iki olguyu, yani affetme gücünün kaybı ve yas tutmanın kaybını Üç Başlı Ejderhada da açıkça gözlemleyebiliriz:

bense,,, ilkin öç almak için intihar etmedim,,, oğlumun öcünü almadan intihar etmeyecektim,,, bekledim,,, ardından kimden öç alacağımı bilemedim,,, katilleri o kadar çok ki adalet isteyenlerin,,, bekledim bekledim,,, ardından,,, onları nasıl öldüreceğimi bilemedim,, ardından,,, ardından da bu duruma düştüm,,,9

Yukarıdaki alıntıda affetme gücünü yitirmiş bir anlatıcıyla karşı karşıya kalıyoruz. Affetme gücünü yitirmiş, sevdiklerini kaybetmiş ve delirmiş kimsesiz bir kadın ile aydınları, Alevileri diri diri yakan yani romanda bahsi geçen Maraş Katliamı’nı gerçekleştiren ve kadının ailesini de bu esnada katleden, tıpkı Eteokles gibi bir devlet yapılanmasının desteğini gören “cellatlar” söz konusudur. Böyle bir durumda tarafların eşit olması ve barışması mümkün görünmemektedir. Kaldı ki anlatıcı, “işte bir sır sana,,, unutturdum oğlumu kendime,,, yasım kurudu içimde,,,” diyerek yas tutma gücünün elinden alındığını göstermekte; sık sık onu evlerine davet eden varlıklı eski dostları için de “gitmem,,, eşitlik yok artık aramızda,,,” diyerek reddetmektedir.10

Nichanian’ın formüle ettiği kaybın dört boyutundan bahsetmiş ve bunun izlerini metindeki anlatıcı yani tanık üzerinden incelemiş olduk. Dilerseniz metindeki tanığa, bu tanıklığın yapısına ve nasıl var olabildiği üzerinden bir göz atalım. Bu noktada öncelikle tanığın ruh durumuna ve tanıklık biçimine değinmemiz gerekiyor.

Tanıklıkta delirme ve ölüm eşiği

Nichanian kitabın giriş kısmında öncelikle şunu vurgulamaktadır: Mantığın bittiği, anlamın eksik kaldığı yerde delilik başlar. Felaket neticesinde, kanımca anlam eksik kalmak zorundadır. Kimi yazarlar felaketi, savaşı ve katliamları; şan, şeref ve kahramanlıkla onurlandırsa da felakete uğrayan ve bunun nedeninden bihaber olan yığınlar için onu anlamlandırmak mümkün değildir. Bunun sonucunda ise nevrotiklik ve delilik diş göstermeye başlar. Romanda da Leyla Erbil’in Ayna gibi öyküsünde canlandırdığına benzer, biraz da Sait Faik’in Lüzumsuz Adamına göz kırpan nevrotik, delirmiş bir kadın tanıkla karşı karşıya kalıyoruz. Anlatıcı, Lüzumsuz Adam’dan farklı olarak takıntılı ve obsesif bir kişilik değil; rahat rahat delirmesine fırsat verilmeyen, yıllardır kaybettikleri için adalet arayan bir delidir. Sürekli rüyalar görmekte, rüyalarında yılanlar doğurmakta ve cinlerle, sütunlarla konuşmaktadır.

Bu noktada tekrar Nichanian’a Dönecek olursak, felaketin uygulayıcısının yani celladın, yok etmeye çalıştığı şey, tanık olma ve tanıklık etme olasılığıdır. Nichanian bu durumu tanığın ölümü sorunsalı olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden felaketten sağ çıkan her bir tanık aynı zamanda bir cesettir. Ancak bu tanıkların kaderi sağ çıkmak, yaşamak, daha doğrusu tanığa kendi görüntüsünü veren ölümle yaşamaktır.11

Tekrar Üç Başlı Ejderha’ya dönelim. Metindeki anlatıcı yani tanık da yaşayan bir ölüdür. Bunu gösteren, anlatıcının sık sık kullandığı önemli sembolik kelimeler vardır. Bunlar “eşik” ve “abis” sözcükleridir. Eşik, anlatıcının gözünde birçok olgunun “araf”ıdır. Anlatıcı, yaşamla ölüm; geçmişle gelecek; delilik ile mantık arasında sıkışıp kalmış durumdadır. Yazar, “ölünce şu eşik mezar taşım olsun benim,,,”, “keşfettim sonunda bu eşiği,,, insan ölümün üstüne gidemiyor öyle,,,12 diyerek, ölmekten ve yaşamaktan men edilmiş mezarda yaşayan bir tanığı yansıtmaktadır.

Bunun yanı sıra Nichanian tanığın sesinin canlı bir mezardan çınlayan sözün sahibi olduğunu bu yüzden de anlatıcının, diğer mütevazı insanlar gibi dil yapısında seyirmeler olacağını söylemektedir. Bu durumu da romanda gözlemlemek mümkün:

kendi abisimden kurtarıp sesimi,,, bir cümle kuramıyordum genç adama,,,13

Abis kelimesi coğrafyada, okyanusların 900 metre altında güneş ışığı almayan yerlere verilen bir isimdir. Bunu metinde bilinçaltı olarak okumak da mümkün olduğu gibi bir mezar olarak da görmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Anlatıcı konuşma boyunca kurtulmak istediği, erişmek istediği ne varsa abis’e gömmeye çalışıyor. Bu nedenle her şeyiyle bir abis’in içinde yaşıyor, diyebiliriz. İşte bu abis, aynı zamanda anlatıcının bulunduğu bir eşiktir. Tanık sağ kalmıştır, yani canlıdır ama bir mezarlıkta yaşamaktadır. Yukarıdaki alıntıda da göreceğimiz üzere konuşmak için seçtiği kelimeleri abisten yani mezarlıktan çıkarmaya çalışmakta ve bu yüzden de dilinde tutukluk yaşamaktadır. Kısacası yinelemek gerekirse anlatıyı oluşturan tanığın durduğu yer, ölüm ve yaşam arasındadır, diyebiliriz.

Anlatma isteği ve tanık için yapılan tanıklık:

Nevrotik bir kişilik ve yaşayan ölü olmak gibi özelliklerin yanı sıra, tanığın ölü bir canlı olmasına ve delirmesine rağmen, yaşadıklarını paylaşma, anlatma isteği ile kendisine tanık gösterme çabası da vardır. Dilerseniz Nichanian’ın kitabıyla birlikte bu tanıklık özelliklerine de bir göz atalım.

Nichanian, failin soykırım iradesinin kurban nezdinde oluşturduğu felaketin yalnızca tarihsel bir olgudan ibaret olmayacağını, (resmi tarihin fail anlatılarına dayandığını da hatırlatalım) bu yüzden yorumlanması gerektiğini söyler. Kendimiz de dönüp baktığımızda başarılı ya da başarısız, birçok tanıklık anlatısıyla karşılaşacağız. Bu nedenle bir tanığın bir anlatıcıya dönüşmek istediğini ve bir paylaşma dürtüsü olduğundan bahsedebiliriz. Öyleyse romana dönelim:

unuttum yaşımı da,,, gençsin der içimden bir ses,,, paylaş birikimlerini,,, fıkırdayıp durur ikinci bellek,,, paylaşma,,,14

Yaptığımız bu alıntıda da tereddüt içerisinde olan anlatıcıyı paylaşmaya itekleyen bir gücün varlığını görebiliyoruz.

Bunun yanı sıra, tanık kendisine paylaştıklarının doğruluğunu gösterebilmek için bir tanık bulmak durumunda kalabilir. Nichanian bu konuya dair bir çifte zorunluluktan söz eder: Tanık bulma ve tanığın ölümüne tanıklık etmiş bir tanık bulma.15 Ona göre kişi, ölüme tanıklık ettiği için onun tanıklığı bir tarih anlatısı sunmak için yetmez. Çünkü sağ kalanlar gerçek anlamda canlı durumda olmadığı ve akli dengeleri yerinde olamayacağı için tanıklıkları geçersizdir. Yani tanıklık etmenin kendisi tanıklığı öldürür. Bu nedenle, kendisinin de tanıklık ettiği Ermeni Felaketi üzerine anılarını yazan yazar Hagop Oşagan, sürgün ve hapishanede yaşadıklarını yazmış ve bu anlatılarda kendisine eşlik eden bir “yol arkadaşını” yani bir tanığı da not etmiştir. Nichanian ise araştırmaları sonucunda Oşagan’ın anılarında bahsettiği bu kişinin gerçekte var olmadığı yani bir kurgu olduğu sonucuna ulaşmıştır. Tabi ki yaşadığımız bu felaketler çağında, her tanık “güvenilmez” olarak nitelendirilemez. Birçok insanın ifedelerine tarih anlatıları açısından da güvenmek zorundayız. Ancak Nichanian, Oşagan örneği özelinde haklı çıkmıştır.

Üç Başlı Ejderha’ya dönecek olursak, anlatıcının kendisine tanıklık edecek bir karakter yarattığını da görebileceğiz. O kişi de anlatıcının “oğlumun yaşayan arkadaşı” dediği bir gençtir.

anlamak istiyorum onu,,, nasıl biri oldu şimdi,,, içerdeki deneyimlerden arta kalan parçalar neler,,, kimlere,,, kin bağladı,,,16

Yukarıda bahsedilen genç anlatıcının evine sık sık gelmekte ve kendi annesi gibi onunla ilgilenmektedir. Anlatıcının hikaye boyunca bu genç için güttüğü tek amaç ise, oğlunu onun ağzından dinlemektir. Ancak anlatıcı, bu genç dostundan oğluna dair bir şey duyamamakta ve gencin oğlunu satan bir ajan olduğundan şüphelenmektedir. Sonunda anlatıcı, gencin kalbini kırar ve genç adam bir daha eve uğramaz. Anlatıcı bundan pişmanlık duyduğunda eve genç adamdan bir mektup gelir. Mektup sadece sayılardan oluşmaktadır. Anlatıcı şifreyi çözmeye çalışır:

neresinden bakarsam neresinden okursam okuyayım ortaya onun bana yazdığı tek satır çıkmadı; ortaya çıkan onun bana değil benim ona yazdığımdı,,, ortaya çıkan, ondan bana yazmasını beklediğim sözlerdi,,,17

Anlatıcı, sanki “kendisi yazmış gibi” olan bu şaşırtıcı mektubu yanıtlayamaz çünkü genç adamın ve mektubun ne bir adresi ne de ismi yoktur:

yanıtımı kendimden başka kime nasıl postalayacaktım,,,18

Bu noktada Leyla Erbil’in yarattığı bu nevrotik tanığın genç dostunun Oşagan’a benzer bir biçimde hayali olması şüphesi ortaya çıkmaktadır. Adresi ve ismi olmayan, anlatıcının cevabını kendisine postalamaktan başka çaresinin olmadığı bu genç dost gerçekten var mıdır? Benim kanıma göre hayali biridir. Kısacası Leyla Erbil, Nichanian’ın bu konferansı Türkiye’ye taşıyıp tanığın ölümü sorunsalını bizimle paylaşmadan yıllar önce, gerçek bir tanıklık ve felaket anlatısını yaratmayı başarmıştır, diyebiliriz.

Toparlamak gerekirse, bir toplumun tarihini anlamak için edebi üretimlerine bakmak gerektiği çokça söylenmektedir. Evrensel olarak veya toplumlar özelinde edebiyat, yaşanılan çağların birçok özelliğini yansıtmaktadır. O halde yaşadığımız bu felaketler çağında da edebi anlatıların yaşanılan felaketlerden etkilenmeden üretilip sürmesinin imkanı yoktur. Çünkü yazarlar, Leyla Erbil’in deyişiyle yaşadıkları “hastalıklı bir toplumun” bir parçasıdır. Bu noktada felaket anlatılarını inceleyen yazarlara da sorumluluk düşmektedir. Zaten eleştirmen denilen kişiler de, bu yazarları ziyaret eden, onların tanıklıklarını inceleyip yazılarını toplayan, başka bir deyişle, edebiyatın diriltmek zorunda olduğu bu tanıkları bir kez daha dirilterek, bu kez ölümden yola çıkarak onların konuşmasını sağlayan kişilerdir.19 Kısacası, felaket anlatılarını anlamlandırmakta ve tanıklıkları diriltmede eleştirmenlerin ve yazarların üzerine büyük bir görev düşmektedir, diyebiliriz.

Kaynakça:

  1. Nichanian Marc. Edebiyat ve Felaket. İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2011. S.91
  2. Benjamin Walter. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1995. S.37
  3. g.e. s.37
  4. Erbil Leyla. Üç Başlı Ejderha. İstanbul: Adalet Ağaoğlu Kitaplığı, 2005. S.37
  5. g.e. s.
  6. Nichanian Marc. Edebiyat ve Felaket. İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2011. S.155
  7. Erbil Leyla. Üç Başlı Ejderha. İstanbul: Adalet Ağaoğlu Kitaplığı, 2005. S.34
  8. Nichanian Marc. Edebiyat ve Felaket. İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2011. S.207
  9. Erbil Leyla. Üç Başlı Ejderha. İstanbul: Adalet Ağaoğlu Kitaplığı, 2005. S.21
  10. g.e. s.17
  11. Nichanian Marc. Edebiyat ve Felaket. İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2011. S.118
  12. Üç Başlı Ejderha. İstanbul: Adalet Ağaoğlu Kitaplığı, 2005. S.26
  13. A.g.e. s.54
  14. A.g.e. s.50
  15. Nichanian Marc. Edebiyat ve Felaket. İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2011. S.142
  16. Leyla. Üç Başlı Ejderha. İstanbul: Adalet Ağaoğlu Kitaplığı, 2005. S.20
  17. A.g.e. s.58
  18. A.g.e. s.57
  19. Nichanian Marc. Edebiyat ve Felaket. İstanbul: İletişim Yayıncılık, 2011. S.169

  • Üç Başlı Ejderha
  • Yazar: Leylâ Erbil
  • Türü: Öykü
  • Baskı Yılı: 2015
  • Sayfa Sayısı: 96 Sayfa
  • Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Çağla Üren
Vinkmag ad

Read Previous

AÇIKLAMA

Read Next

Neden diğer insanlar gibi değilim?

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *