Elmet öncesinde sadece yerli edebiyat eserleri yayımlayan Çınar Yayınları’nın bu ikinci çeviri kitabı. İlki gibi Elmet‘te de da orijinal ve etkileyici bir eserle okurun karşısına çıkmayı başardıklarını görüyoruz.
İngiliz edebiyatında büyülü bir şeyler var. Okuru kendine bağlayan öykü anlatıcılıklarında çok farklı bir tat olduğunu düşünüyorum. Geçmişlerinden gelen romantik (!) Orta Çağ havasının yanı sıra gerçek ile hayalin birleştiği noktalarda gezinmeyi çok iyi başarıyor olmalarından kaynaklanan bir durum. Sanıyorum kendimi en çok kaybettiğim yerler hep bu coğrafyanın yazarlarına ait sayfalar oluyor. Anlatılacak bir hikaye varsa onu en başarılı batmayan güneşin ülkesinin vatandaşları yapıyor.
Neil Gaiman ve Terry Pratchett okurken nasılda hikayenin atmosferine girdiğimi ve her seferinde anlatının beni dünyadan uzaklaştırdığını hiç unutmam. Bu duyguyu Fiona Mozley’de de yaşadım. Bakıldığı zaman bir ailenin çöküş öyküsü gibi görülebilecek bir hikayeyi ustaca ele almış, kendi kimliğine kavuşturmuş. Eserde saydığım isimler gibi büyülü, fantastik bir şeyler yok. Mesele hikayenin bizimle buluşma şeklinde.
Dünyanın en ağır yükü
Bir baba ve iki çocuğu insanlardan ve sosyal hayattan uzakta, ormanın kıyısında kendi inşa ettikleri evlerinde hayatlarını sürdürüyorken yaşam ne kadar da basit olurdu öyle değil mi? Baba hatta Babacık İngiltere’nin en güçlü sokak dövüşçüsü olduğu hikayede çocuklarını insanlarla minimum düzeyde iletişime geçecekleri şekilde yetiştirdiğini okuyoruz. Hayatları sadece üç kişiliktir, her şey olabildiğince yalın ve doğrudan yaşanır. Yetiştirilen meyve ve sebzeler, arkadaşlık eden iki köpek yavrusu, nadiren ziyaret ettikleri bir iki komşu ve doğa… Bir nevi aile boyu Walden felsefesi. Burada her şey kendiliğinden ve doğal gelişirdi öyle değil mi.
On beş yaşındaki Daniel’in hayatı saydığım şekilde geçer. Ablası Cathy ve Babacığı ile hayattan herhangi bir beklentisi ya da zoru olmadan yaşar. Halinden memnundur çünkü yegane ailesi olan iki kişi sürekli yanındadır. Okul hayatını geçmişinde bırakmış, sadece yeni güne uyanma peşindedir.
Ancak geçmişinde sadece yumruk ve tekmeler olan bir babanız varsa işler her zaman bu kadar sıradan gitmiyor. Size ait olan havanın, üzerinde yaşadığınız ahşap evin, odun kestiğiniz korunun ve ekip biçtiğiniz toprağın sahibi olduğunu söyleyen birisi çıkıp her şeyi alt üst edebiliyor. O zaman yaşadığınız ve paylaştığınız hayatın ne kadar değerli olduğunu çok çok iyi anlıyorsunuz. Bu, yediğiniz en büyük yumruk oluyor…
Yaşam doğumdan ölüme değin mücadeledir
Okurken kıskandığım ve çoğumuzun istediği ancak ulaşamadığı bir hayatı yaşıyor bu aile. Kendi kendilerine, insanlardan uzakta, günü en verimli şekilde kullanmak için yaşıyorlar. Ne kadar da huzur verici diye düşünenlerimiz mutlaka var. Madalyonun öteki yüzüne bakınca işlerin hiç de böyle mutlu mesut olmadığını anlıyoruz. İnsan hayatı boyunca sürekli yumruk yer, yer ve yer. Baş etmesi gereken tonla sorunu, üstesinden gelmesi gereken sorumlulukları olur. Hepsi birleşip üstünüze gelmekte bir sakınca görmez. Tek rakip sizsiniz. Ama öyle zamanlar olur ki bazı sorunlar boyunuzu aşar ve pes edersiniz. Elmet, bu durumun ne şekilde neticelendiğinin bir örneği adeta. Sosyal hayat yaşanacak, içinde barınılacak bir şey olmaktan çıkınca bir baba evlatlarını en az hasar alacakları yere, doğanın kalbine götürüyor. Yaşam en güvenli yere, doğaya dönüyor. Ama bir bakıyorsunuz orası da sahiplenilmiş…
Kitapta şimdiki modern insanın en büyük sorunlarından mülkiyet, sahiplenme hırsı ve sosyal yaşam üzerine eleştirileri okuyoruz. Bu noktada Babacık çok güzel bir laf söylüyor. Birinin elinde birtakım kağıtlarla gelip burada benden izinsiz nefes anlamazsın demesi, doğanın içindeyken hakaret değil de nedir. İnsanoğlu her yeri kendisine parsellemek ve mezara götüremeyeceği altınlar istiflemekle o kadar meşgul ki diğerlerini yok saymayı çok iyi başarıyor. Daniel ve ailesi için insanlar hiç de beraber yaşanacak canlılar değil. Kaçımız farklı düşünüyor ki. Hepimiz aynı dertten yanmıyor muyuz. Kaçımız Into the Wild okuyup, izleyip kaçış hayalleri kurmadı.
Romana bu açıdan bakınca ailenin başından geçenler, çabaları, aldıkları sonuçların her biri okurun içini yakıyor resmen. En azından zaman zaman onların yerine üzüldüğüm sayfalar oldu ve her birinde kendi başıma gelmiş gibi hissettim. Yazar Fiona Mozley okurla duygusal iletişim kurmak konusunda oldukça başarılıydı.
Karakterler olarak baktığım zaman karşımda gördüğüm manzara etkileyici. Her biri daha önce tanımadığım kadar tanıdık, bildiğim, samimi olduğum kişiler gibi gözümde canlandı. Fiziksel özellikleri hakkında çok şey bilmiyoruz. Buralar üstünkörü anlatılıyor. Ancak kişilikleri ile ilgili bayağı bir veri var elimizde. Öyle ki Cathy ile karşılıklı sigara içtim diyebilirim. Sadece oturup sigara içiyoruz, muhabbet yok, gözümüz koruda, ağaçlarda. Çünkü onunla sadece sigara içebiliriz, boş muhabbetler yok, derin düşünceler içerisinde önümüze bakıyoruz. Bu kitaptaki karakterin hepsi cidden yaşıyor. Sizi elinizden tutup hikayeye dahil ediyorlar.
Hayat daima sert vurur
Fiona Mozley’in kitabının kendisini gösterdiği nokta anlatım, akışı. Tek düze sıradan bir hikaye yerine dinamik, yaşayan, nefes alan ve oldukça akıcı bir metni gözler önüne seriyor. En başta bahsettiğim o büyülü hava sayfalar ilerledikçe daha fazla kendisini belli ediyor. Her bölüme diğerinden bağımsız başlıyor. Alakasız olduğunu düşündüğümüz şeyler anlatıyor ve bir anda kendimizi asıl konuya geri dönmüş buluyoruz. Hikayeye farklı açılarla yaklaşarak daha çok şey anlatmayı başarmış. Monoton bir okuma deneyimi sevmeyen benim gibiler için sevindirici bir durum.
Genel itibariyle kitabı beğendiğimi söylemek istiyorum. Ancak sonu için bazı soru işaretlerim var. Açıkçası kurgunun bittiği yeri, bitiş şekli tam olmamış gibi geldi. Murakami kitaplarında olduğu üzere bıçakla kesilmiş hissi yaşadım ve bu hikaye için böylesini beklemiyordum. Bununla birlikte kitapta gördüğümüz kötü adam tiplemesi için biraz daha arka plan olsun isterdim. Hikayede tuttuğu yer bakımından biraz havada kaldı gibi.
Öncesinde sadece yerli edebiyat eserleri yayımlayan Çınar Yayınları’nın bu ikinci çeviri kitabı. İlki gibi bunda da orijinal ve etkileyici bir eserle okurun karşısına çıkmayı başardıklarını görüyoruz. Çeviri ve düzenleme kısımları ile ilgili -ki editör kısmında Yankı Enki ismini görüyoruz- herhangi bir sorun görmediğim eser bittiğinde arkasında hüzün bırakan kitaplardan olduğunu söyleyerek bitiyorum.
|
Okuma önerisi!Doğuş Sarpkaya’nın incelemesi; “Sürgün Gezegeni’nde Öteki ile Yaşamak“ Sürgün Gezegeni, bilimkurgu ve fantastik romanlara yepyeni bir soluk getirecek güçlü bir yazarın ayak seslerini duyduğumuz önemli bir roman. |
- Pazartesi Sendromu: Hayat Nasıl Bir Şey Biliyor Musun… - 28 Ocak 2019
- Sonbahar: Hayatı Anlamak İçin Kelimelerin Çabası - 14 Ocak 2019
- Yedi Yıl: Hayat Nedir Ki, Mutsuzluk Anlarından Başka - 12 Kasım 2018
FACEBOOK YORUMLARI