“Kader Ağlarını Örerken” aradan geçen yılların ardından kalanların ve gidenlerin nerelerde neler yaptıklarını, nasıl bir yaşam sürdüklerini, nelerle, hangi işlerle uğraştıklarını anlatıyor.
Kitap Fuarlarının en büyük yararı, bütün kitapları bir arada görebilmek… Zaten o yayınevinin standından buna, bundan o söyleşiye, etkinliğe derken hem kucağınıza doldurduğunuz kitaplarla büyüyorsunuz hem de epeydir aradığınız, içine girip yeni dünyalara ulaşmak istediğiniz kitaplara kavuşuyorsunuz. Bu kez de öyle oldu, TÜYAP Kitap Fuarı, kuşkusuz yitirmedi buluşma alanı oluşunu… Beyoğlu’dayken sohbetler sokaklara taşar, gece yarılarına dek sürerdi… Gerçi yine randevulaşılıyor, ama şehre gidene dek o sıcaklık kayboluyor yolda…
Güneş O Yaz Hiç Doğmadı
Agop J. Hacikyan, İstanbul doğumlu bir öğretim üyesi, hem Amerikalı hem Kanadalı, ama anlamışsınızdır “kılıç artığı” aynı zamanda. Sahi, buralarda kalanlara -özellikle kadınlara- (çünkü cinsel açlığınızı gidermeniz ve cariye olarak kullanılma oranı yüksek, hem başkaldırdıklarında seslerini kısmak da kolay görece) “kılıç artığı” diyoruz da gitmek zorunda kalanlara niye diyemiyoruz?
“Rıza Bey beni sürgün yolunda alınmış genç Ermeni kızlarını satarak servet edinmeye çalışan bir tüccardan satın aldı. Ağabeylerimin, kız kardeşlerimin ve annemle babamın jandarmalar tarafından kılıçtan geçirilişlerini görmüştüm. Ben az sayıda sağ kurtulanlardan biriydim. Rıza Bey’in evine gelmek ve böyle bir sığınak bulmak beni çok mutlu etmişti.” (s.66-67) anlatımı, bir önceki romanda anlatılan tehcir/etnik temizliğin özeti bir anlamda. Yani, bulur bulmaz “Güneş O Yaz Hiç Doğmadı” romanını da okumalıyım.
“Kader Ağlarını Örerken” aradan geçen yılların ardından kalanların ve gidenlerin nerelerde neler yaptıklarını, nasıl bir yaşam sürdüklerini, nelerle, hangi işlerle uğraştıklarını anlatıyor. Sakin bir dili var Hacikyan’ın, okuyucunun düşünmesine, olayları içselleştirmesine izin veriyor. Satır arasında da olsa yaşanan o korkunç süreci, korkuyu, yüreklerden hiç silinmeyecek acıyı anlatıyor. Çünkü romanın asıl konusu, sonrasında yaşananlar, annesini bulma serüveni Nur(han)’un. Kolay değil, dünyanın bir ucunda, kendilerini kendilerinden bile gizleyen insanları bulmak…
Kolay değil gerçekleri kabullenmek, dolayısıyla da insanca davranmak çok zor… Amerika’ya göçenler için de geçerli bu davranamama hali… Kalanlar da, gidenler de aynı duygularla savaşıyor, birbirleriyle -bilmeksizin- çalışsalar bile. Ekilen kin tohumları büyüyor giderek. Gerginliği sürdürmenin hiçbir yararı olmadığını görüyorsunuz okurken. Müthiş bir olay akışı var romanın… Hiç ummadığınız bir şeyler oluyor. Bir polisiye kadar sürükleyici, bir aşk serüveni kadar merak uyandırıcı. Birbirini tanımayan iki kardeşin aralarındaki duygular karşısında sizin de elleriniz terleyecek, çözüm bulamamaktan. Peki, ya soylu ailenin kaçakçılığı karşısında nasıl sessiz kalacaksınız?
Anne Ermeni, Amerika’da… Baba Türk, İstanbul’da… Her iki ailede de milliyetçilik almış başını gitmiş. Ne yapmalı Nur, şimdi?
Tarihi bilmemek suç mu?
Tarihi bilmemek suç değil kuşkusuz. Ama bile isteye yanlış öğretmek büyük suç. Gerçekleri gizlemek de öyle… Egemen erk, tam da Ponce Pilate’dir (İsa’nın çarmıha gerilmesi kararını başkalarına verdirip ellerini yıkayan Kral) tam da bu noktada. “Ülkenin Osmanlılıktan kurtulabilmesi için yeni yüzlere ihtiyacı var” diyor buna da bağlı olarak Nur, haklı olarak. Bir roman akışı içinde yakın tarihin üzeri örtülmüş dramını okuyacaksınız.
|
- Hayata bir de bu “pencere”den bak!… - 9 Nisan 2020
- BİTMEYEN AŞK: İSTANBUL - 7 Aralık 2019
- Türkiye’nin Çilingir Sofrası: Rakı Gastronomisi - 3 Aralık 2019
FACEBOOK YORUMLARI