Oktay Güzeloğlu, tiyatrocu, kısafilmci daha çok da öykücü biri… Oyunculuğunu bilirsiniz, yazar/yaratıcı yanını da bilmeliyiz. Konuşur gibi yazan, dili akıcı, konuları çarpıcı, anlattıkları insanın aklını karıştıran bir yazar.
Dünyanın neresinde olursanız olun, hangi işte çalışıyorsanız çalışın, yaşınız kaç olursa olsun, motor istop etti mi, bitiyor her şey. Ama o zamana kadar da neler geliyor insanın başına, nelerle boğuşuyor… say say bitmez.
Oktay Güzeloğlu, tiyatrocu, kısafilmci daha çok da öykücü biri… Oyunculuğunu bilirsiniz, yazar/yaratıcı yanını da bilmeliyiz. Konuşur gibi yazan, dili akıcı, konuları çarpıcı, anlattıkları insanın aklını karıştıran bir yazar. Yeraltı edebiyatının önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Güzeloğlu, sokaktaki insanı alabildiğine yalın ve bir o kadar da ayrıntılarıyla anlatıyor.
Neden yeraltı edebiyatı?
İşin içine ölüm girmişse, uyuşturucu konusu varsa, sokaktaki insansa konu edilen “yeraltı edebiyatı” adını alıyor anlatımlar. Peki niye? O insanlar yasadışı yaşadıklarından mı, yoksa anlatılanların yasadışı olmasından mı? Birilerinin öyle görmesi sorunu da var… Adlandıranlar beyaz yakalılar, beyaz insanlar da onun için mi?
Kuşkusuz her kesimden insan için geçerlidir içlerinde kabul edilemez insanların bulunması. Oktal Güzeloğlu, “düşmüş”, daha doğru deyişle “feleğin sillesini yemiş” ama haysiyetli olanlarını konu ediniyor öykü ve romanlarında. Anlatılanların büyük çoğunluğu gerçek kişiler, muhakkak ki yazarın kurguladıkları da vardır, birbirine yakıştırdıkları da, ama kimse böyle bir şeyin olmadığını iddia edemez.
Gece insanları…
Her biri birer kısafilm (aslında dişiliklerinden yola çıkarak birer dizi bile olabilecek denli yoğun hepsi) senaryosu olabilecek denli görsel anlatılmış “Ölümün Rütbesi Yoktur”da… Gözlerinizin önünde canlanıyor hepsi, elle tutulacak denli ete kemiğe bürünerek. Eskiden sadece Beyoğlu sokaklarında karşılaşabileceğiniz bu insanlar artık hemen her merkezi yerde… Güzeloğlu, “sokak mobilyaları” diyor onlara… Onları anlattığı, aynı adlı iki kitabı da var… Neyse, dönelim öykülerine… “Sokaklarda, gece insanları çığlık çığlık ölüyor, ben de sessizce ölüyorum galiba” diye anlatıyor. Sadece bir satır, ama ne kadar yüklü, değil mi? Onlar kabullenmiş, ama yazar itiraz ediyor. Kendisi için değil, onlar için en çok.
Öyküde anlatılanların satır aralarına girmenizi istiyor yazar, oradan gözlemenize izin veriyor gece insanlarını… Kolay değil onların yaşamı… Muhalif duruş sergiledikleri için belki de, tutunamamış, yeraltı edebiyatının konusu olmuşlardır. Yine de her birinin gözünde bir umut ışığı, bir insan sevgisi, bir beklenti var kesinlikle.
Yazarın, kitabın sonuna eklediği “Sokakların Sesi”, hem birer çığlık hem güçlü aforizmalar. Belki de tek cümlelik öyküler. Hap gibi… ne niyetine alırsanız, çok da etkili, her derde deva.
Son söz olarak, hem yazara hem okura “hayal kurmayı bil(e)meyen insanlar hayatı tanıyamazlar”. Tanıyamadıkları için de mutlu olamazlar. Gece ve/veya sokak insanları tutunamamış, yoksun ve yoksul düşmüş insanlar olabilir ama umutsuz, daha çok da sevgisiz insanlar değildir. Bir yol bakmak gerek, gözlerinin içine…
|
- Hayata bir de bu “pencere”den bak!… - 9 Nisan 2020
- BİTMEYEN AŞK: İSTANBUL - 7 Aralık 2019
- Türkiye’nin Çilingir Sofrası: Rakı Gastronomisi - 3 Aralık 2019
FACEBOOK YORUMLARI