
Onur Caymaz; “Sıfır’ı diğer romanlardan farklı kılan en temel şeyin dili olduğunu düşünüyorum. Bir şairin işçiliğinden geçmiştir.“
Onur Caymaz, 7 yıllık bir işçiliğin ardından Sıfır adlı romanını sevenleriyle buluşturdu. Sıfır, her sayfasında bu emeğin okur tarafından fark edilmesini sağlıyor. Romanı okur okumaz zihnimizde bıraktığı güzellikleri sormak istedik Caymaz’a… Sorularımızı şairane bir üslupla cevapladı Onur Caymaz… Dostça, kardeşçe, en derinden…
Romanınızı tam yedi yılda bitirdiniz. Büyük bir titizlikle yazıldığını da görebiliyoruz. Bu kadar üzerinde durmanızın nedeni nedir? Romanda ince bir işçilik görüyoruz.
Uzun sürdü evet. Saçlarım beyazladı, sakallarım uzadı, bir bağ bıçağı edindim kendime bu uzun sürede, çeliği ışıyan bir kılıç, nice karabasanlarla dolu geceler. Yüzdüm düşman sularında, nice karabasanlar gördüm. Nightmare’in bir anlamı da kara attır bilir misiniz, kara at, gecenin kapkaranlık atı dolanıp durdu sokaklarımda. Uzun sürmesinin sebeplerinden biri de inadımdır. Benim her zamanki gereksiz inatlarım. Edip Cansever, “peki o çocuk gönüllü yabancı kimdi” diye sorar bir şiirinde. Herhalde bendim, beni tanısa, o dizeyi bana yazmış olabilirdi diye düşündüm. O kadar çok okudum ki Edip Bey’i, bir süre sonra yakın dost olduk. Bana yazmış olabilir dizeyi; o çocuk gönüllü yabancı benim. Yabanlık. Yabanlık evet, benim bu romana bunca titizlenmemin sebebi yabanlığım… Çünkü o kadar çok titizlenilmemiş, tamamlanmamış “anlatılarla” karşılaşıyoruz ki… Biliyorsunuz tam bitirilememiş, derdi olmayan roman benzeri şeylerin kimisine artık anlatı deniyor. Şeyler edebiyatı bu, kolay değil. Bu yabancılıktır ki tabiri caizse delirtiyor edebiyata sahiden emek vereni, oturup bir sayfaya beş hafta çalışanı… Yedi kitaplık bir büyük kitap yazıp, bazı bölümleri öyle çok seviyorsun ki bir sürü şiir yazıyorsun içine. Yetmiyor, kimi bölümleri kafiyeli yazıyorsun… İşçilik işte, tam da bu! Tulum giyerek ayakta yazan yazar kimdi, ona selam! Bin selam!
Romanın merkezinde duran toplama kamplarının günümüzdeki tutsakları sizin tarifinize göre plaza çalışanları olarak görülüyor. Sistemin bugün yeni bir baskı aygıtı yarattığını söyleyebilir miyiz?
Sistemin kendisi, bugün baskı aygıtı zaten, yeni bir aygıt ya da aygıtlar dizisi yaratılmadı yine. Kendimiz tümden baskı unsuruna dönüştük. Kafka’nın Gregor’una hayran böceklerin çoğu, böcekten daha böcek olduğunu bilmiyor plazaların boğuk katlarında. Hepimiz… Kravatlar urganımız… Hepimiz gibi. Sistem her şeyi öyle güzel pazarlıyor ki bize. Dalından kopan meyveyi, yani en olması gerekeni en pahalıya satıyor. Başta var olan güzelliği, parayla… Para idam fermanımız. Ben artık öyle hale geldim ki nerede sistemle ilgili bir kelime görsem kaçar oldum. Biri sürdürülebilirlik mi dedi, aman diyorum kesin buradan sinsilik çıkacak. Kaçıyorum. Demokrasi mi dendi, oy diyorum, kesin altında ölü çocuklar var, kan var, çapanoğlu. Süreya öyle demedi miydi, kan var tüm kelimelerin altında demedi miydi Süreya! Kültür sanat deniyor, eyvah diyorum, dilin sınırlarını zorladı, dili yıktı falan gelecek arkasından, yazmasaydım delirecektimler paket paket hazırlanmıştır. Aman diyorum, kim bilir yine hangi noktalı virgül bilmez çıkacak karşımıza.

Peki hal böyleyken, hele ki ortada tahribata uğrayan böylesine büyük bir toplam varken siz de üretmeye devam ediyorsunuz. Edebiyat bu alanda nasıl bir başarı sağlayabilecek? Sizin misyonunuz nedir?
Edebiyat dünyamız düklerle, kontlarla, krallarla, yoldaşlarla, kankalarla, meyhane – parti arkadaşları, tribünden tanışlarla dolu… Bu ortamda tek başına, ancak nefer olarak var olmak mümkün. Tek başına ve nefer. Savaşa gidiyor, giderken de omzunu yoldaki ağaçlara çarpıyor, akşamdır, çürüyor morluk. Edebiyat bu alanda nasıl var olur? Ben günümüz edebiyatı diye bir sınıflamayı kabul etmiyorum. Henüz okunmadık tüm kitaplar yenidir çünkü. Madem böyle, o halde büyük edebiyatın tüm büyük ve yeni kitapları, bugünün insanına biraz insanlık öğretecektir. Kediye işkence eden adamın, masal dinlemeden büyüdüğü açıktır. Aynı şekilde bir caninin de kedi sevdiğini bilecektir okur olan. Hitler’in altı bin kitaptan ibaret bir kitaplığı vardı. Kitap okuyarak iyi olunmuyor tamam ama büyük edebiyatın büyük romanları bize insan olmayı öğretebilir. Çocuklarımız roman eğitimi görmeli. Edebiyatın bugünkü başarısı yeniden alan yaratmak olacaktır. Kendimize, bizim gibi, bizden ibaret alanlar yaratabilmek.
Size göre romanınız Sıfır’ın bir anahtar rolü var mı? Romana yüklediğiniz anlam nedir?
Sıfır’ın anahtarı lanettir. Üstümüze sinmiş lanet. Ama öyle birçoklarının diline pelesenk olmuş modernitenin çöküşünün laneti falan değil. Doğu – Batı kimlik sorunu falan hiç değil. Batı değil, batık var onda. Suyun altındadır. Dipte. Haendel’in Sarabende’sinden, dem bu demdir dem bu deme uzanır Sıfır… Karanlık bir kuyudan, kıllı, kanlı bir el uzanarak dokunur okura… İnsanı kendine çeken bir kuyu. Bir lanet. Neyin lanetidir bu? Biri olmanın laneti, biri olabilmek kolay bir şey değil çünkü. Tekrarın büyüsü var, karanlığın koyuluğu var biri olmanın içinde… Bir ayet oturup geliyor Kuran-ı Kerim’den sonra başköşeye ve uyan ey örtüsüne bürünen diye sesleniyor okura… Küfre yaklaşıyor artıyor iman. Karanlıktır Sıfır’ın en kocaman anlamı.

Romanınıza ait sosyal medyada dolaşan bir de kısa tanıtım filmi var. Film, kısa bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Saniyelerle sınırlı bir alanda romana dair yeterli veriler sunmak çok zor. Edebi bir metni bu tip görsel çalışmalarla “tablet kullanıcılarına” ulaştırmak size göre nasıl bir anlam taşıyor?
Taş tabletten papirüs rulolarına geçen insan evladı, muhakkak bu geçiş sırasında ara ara şu tip söylemlerle de karşılaşmıştır: “Ay işte taşın dokunuşu çok güzel, taş çok farklı.” Sonra kâğıt gelmiştir, derken kodeks, ardından kitap. Zaman değişiyor… Ben yedi yıldır, içimde bir film gibi izlediğim Sıfır’ı, bir de küçük bir filme dönüştürmek istedim. Roman adına bir farkındalık yaratmaktı niyetim. Bizler gibi olanlar için var olan kısıtlılığı ancak bunlarla yenmek mümkündür. Ne diyordu Cansever, “ki yaşam denen şeyde -geç algıladım- gittikçe gittikçe bir kirlilik vakti…”
Gaybi Bey “Çünkü tüm edebiyat bir alıntıydı.” diyor kitabınızda. Peki Sıfır’ı diğer romanlardan farklı kılan şey nedir?
Sıfır’ı diğer romanlardan farklı kılan en temel şeyin dili olduğunu düşünüyorum. Bir şairin işçiliğinden geçmiştir. Bu önemli. Kemal Tahir, genç Hulki Aktunç’un ilk kez bir hikâyesini okur ve bu çocuk kimdir, bulun lütfen bana, der. Bir soru soracaktır Kadıköylü Hulki babamıza. Soru şudur: Evlat, bu dile niçin bir öykü de sen kattın, neden hikâye yazıyorsun, ne gibi bir eksiklik gördün hikâyeciliğimizde… Aktunç söyler gördüğü eksikliği… Benim de bugünün romanında kendi adıma gördüğüm eksiklik kanlı canlı karakter ihtiyacıdır.. Unutulmayacak bir karakter aranışı. Kitabı kapattıktan sonra yolda yürürken, acaba bu, şu sayfadaki o olabilir mi sorusunu sordurabilecek biri… Sıfır’da onlardan bir tane de değil, dört beş tane var hem… Desenize, o çocuk gönüllü yabancı kimdi…

Romanda dijital SS’ler Gayrettepe Metro İstasyonu’nu ele geçiriyor. Hitler başka bir evrenden gelip dünyamıza giriyor. “Gayrettepe” özellikle 12 Eylül’de adeta bir SS laboratuvarı gibiydi. Buradaki kurguda bir benzeşim yakalamak ne kadar doğru olur? Kaldı ki bugün bütün memleket “Gayrettepe”…
Cehennemin bir yer değil, bir ruh parçası olduğunu düşünürüm sıklıkla. Gelip giden bir ruh durumu. Her insanda her şeyden bir parça bulunur. Romanda 12 Eylül döneminin Derin Araştırmalar Merkezi’ni de ele aldım biraz ama bir cehennem de tabii Gayrettepe’dir. Neden Gayrettepe? Sizin de dediğiniz gibi Dijital Nazilerimiz Gayrettepe’den girerek ele geçirir şehri. Neden Gayrettepe, günümün bir kısmı buralarda geçiyor ve iyi tanıyorum. Ama dediğiniz siyasi gönderme de bir parçası işin evet. Sıfır, görebilen için böyle göndermelerle de dolu zaten. Boşuna uğraşılmadı yedi yıl… Zaten başkahramanlarımızdan birinin babası da gözaltında kaybedilmiştir…
Sıfır’ı bir zaman makinesi gibi gördüğümü söylesem tepkiniz ne olur? Roman bende, o zaman makinesine binip tarihin seyrini değiştirme isteği uyandırdı…
Eskilerden biri, zamanın bir nehir olduğunu söyler. Herakleitos’tan biraz farklı olarak bu nehir, gelecekten geçmişe doğru akar. Orada, tam da o akış sırasında bir yerde, bizimle çarpışır su damlaları. Şimdi denir buraya da… Evrenin bükümlü olduğunu düşünürsek zamanın da döngüsel olduğu açıktır. Belki ırmaklar, nehirler de dönüp sonunda kendine kavuşuyordur bir Sıfır gibi. O yüzden romanın sonuna doğru kahramanlarımızdan biri, tarihi değiştirmek için yedi Tip’linin öldürüldüğü geceye yeniden gidecektir. Yeniden. Tekrar. Tekrarın büyüsüdür…
Bir edebiyatsever, romanınızı yıllar sonra eline alıp okuduğunda ne hissetmesini arzu ederdiniz?
Eski sevgilisini anar gibi hatırlasın. Altını çizdiği yerlerle dertleşsin, oturup bir bira açmak istesin kitabı bulunca uzun zaman sonra, bir kahve koysun, sonra desin ki ah yahu, bu da burada mıymış… Romanda, sayfalar arasına sıkışmış Pink Floyd şarkısını hatırlasın, Gaybi’nin çalıştığı ajansı, kitabı ilk okuduğu günlerde, Maslak’ta, nasıl aradığını hatırlasın. Ben de aylarca Proust’un Vinteul sonatını aramıştım böyle, Leylâ Erbil ile de bu sonatı ararken tanışmıştım. Bu eski hatıra, roman, yeni bir kapı aralasın ona böylece, ilk okuduğu günlerdeki gibi. Kapıları bitmesin hiç… Pencereleri de… Sorsun sonra da, peki o zamanlar, bu kitabı okuyan, çocuk gönüllü yabancı kimdi…
Teşekkürler
Ben teşekkür ederim. Dostlukla.
![]()
|
- Kehribar Geçidi’nden Tadımlık… - 29 Kasım 2021
- Kitap Eki Dergisi 7. Sayı Çıktı! - 15 Temmuz 2020
- Kitap Eki Dergisi 15 Ocak’ta Okurlarıyla Buluşuyor - 1 Ocak 2020