
Zengin entellektüel belleğiyle dokunmadık konu bırakmayan Umberto Eco, “yeri doldurulamaz” değildir çünkü geriye bir boşluk bırakmaz.
Hoşgörülü olmak için ilk önce hoşgörülemeyecek
olanın sınırlarının belirlenmesi zorunludur.
Umberto Eco
“İl nome della rose” (Gülün Adı) ile tanıdı onu okurlar ilkin 1980 yılında. 1986’da ise Sean Connery’nin başrolüyle, bu kez kitabı okumamış olan sinema seyircisine de ulaştı; 14. yy İtalya’sındaki egemenlik savaşları ve tarikat çatışmaları, ıssız bir yerde bulunan Benedikt manastırındaki gizemli cinayetler sarmalında kurgulanır. İtalyan düşünür, orta çağ uzmanı ve dilbilimci Umberto Eco’nun polisiye bir özgünlükle öykülediği roman, Polisiye Yazarlar Derneği’nin ve Amerika’nın Gizemli Yazarları’nın en iyi yüz romanı listelerinde yer aldı.
Sürekli sorgulayan entellektüel kimlik; geçmişin dehlizlerinde yitip gitmiş olanın karmaşık ve içinden çıkılamaz örgüsünden, roman kurgusu yoluyla, gittikçe hızlanan güncele izdüşümler çıkarabilmekteki hınzırcasına didiklemeler; ve gündemdekinin tüm derinliklerinden ve görünmezliklerinden zirvedeki erişilemezliklerine odaklanabilen kışkırtıcı bir bilinç, Umberto Eco’nun ilk göze çarpan nitelikleri.
Google arama motorunu aratmayacak denli zengin entellektüel belleğiyle, dokunmadığı güncel, arkaik konu ve kavram bırakmaz, roman ve diğer yazılarında; Foucault’nun Sarkacı’ndan Siyon Protokolleri’ne, İnebahtı Savaşı’ndan Körfez Savaşı’na, Tapınak Şövalyeleri’nden Dan Brown’un şarlatanlığına dek elini sürüp de silkelemediği olgu ve görüngü yoktur.
Siyon Protokolleri’nin, Yahudi Soykırımı’nı gerçekleştirmek için kullanılan bu iftiranın, komplo sendromunun tipik bir örneği olduğunu öne sürerken, “Diktatörlükler, kararlarına halkın desteğini sağlamak için, genellikle ulusun bütünlüğüne karşı komplo kurmakta olan bir ülkeden, bir gruptan, bir ırktan, gizli bir toplumdan söz ederler. Her popülizm biçimi, çağdaş popülizm de dahil olmak üzere, dışarıdan ya da iç gruplardan gelen bir tehditten söz ederek onay almaya çalışır” saptaması, ne de bildiktir bugün bizler için.
Medyanın, özellikle de internetin toplumsal ve bireysel ölçekteki gücü ve etkisini işlerken “Orwell’in romanındaki Büyük Birader, ‘Küçük Birader’ Stalin için bir alegoriyken, bugün bizi gözetleyen Big Brother’ın belirgin bir yüzü yoktur, bir kişi değil, küresel ekonominin tümüdür” çıkarsamasını yapar. “Eskiden özel yaşam o kadar gizliydi ki, ‘sırların sırrı’ günah çıkaranın sırrıydı, artık günah çıkarma kavramı da alt-üst olmuştur”la günümüzün sıradan insanının nasıl da televizyon ve cep telefonu ve benzeri aygıtlarda görünme isteğini doyuma ulaştırdığını vurgularsa da, asıl kaygısı ekrandaki görüntüsüne övgüler düzülen bu zavallının gittikçe evrensel bir modele evrilmesidir. Böylelikle biçimsizlik de biçimsizleşmekte, çirkinlik bile güzelleşebilmektedir. Kitab-ı Mukaddes “Dixit insipiens in corde suo. Deus non est. (Akılsız, içinden ‘Tanrı yok’ der)”; televizyon ya da internet zavallısı ise böbürlenerek “Ego sum” (Ben varım) der.
Teknolojinin her şeyi hemen ve şimdi verdiğini, biliminse yavaş ve emin adımlarla ilerlediğini söyler Eco. Hız, kitleleri büyülemektedir ona göre. Işık ve devinim ve buna bağlı hızın yığınları efsunlamasının en basit örneklerinden biri de, dünya kupası finallerini aynı anda milyonların izlemesi değil midir!
Sürekli olarak rakiplerin ya da görünmeyen düşmanların komplolarından yakınarak onları ihbar etmek, medyanın gündeminden düşmemek demektir. “Bu da, çocukların bile bildiği çok eski bir tekniktir; önündeki sırada oturan arkadaşını it, o da sana kâğıttan küçük bir top atsın, sonra git öğretmenine şikâyet et.”
MÖ 551’de doğan Uzak Doğu bilgemiz Konfüçyus, “gerçeğin üç yüzü vardır; birincisi benim gördüğüm, ikincisi senin gördüğün, üçüncüsüyse ikimizin de görmediği” derken, gerçeğin “üçüncü yüzü”ne egemen olanın bugün neler yapabileceğini de sezebilmiş midir acaba?
“Tapınak Şövalyeleri üzerine kitap bulmaktan daha kolay bir şey yoktur. Tek sorun, bu kitapların yüzde doksanının (düzeltiyorum, yüzde doksan dokuzunun) uydurmaca olmasıdır; çünkü tüm zaman ve tüm ülkelerin orta düzeydeki düşünürlerini, Tapınak Şövalyeleri kadar esinleyen bir konu olmamıştır. Bu nedenle tarih sahnesinin arkasında sürekli ve istikrarlı bir biçimde varlıklarını, agnostik tarikatlar, satanist dernekler, tinselciler, Pisagorcular, Gülhaççılar, masonlar ve Siyon Manastırı aracılığıyla sürdürdüler. Bazen saçmalık, Baigent, Leigh ve Lincoln’ün Kutsal Kan, Kutsal Kâse adlı yapıtlarında olduğu gibi o kadar açıktır ki, yazarların gözle görülür ve mantıksız kötü niyeti, sağduyulu okurun dikkatini çeker ve gerçeklerden uzak, eğlenceli bir kitap olduğunun farkına varmasını sağlar. Bugün aynı durum, tüm geçmiş edebiyatı kötü bir biçimde kopya edip yeniden sunan Da Vinci Şifresi için de geçerlidir.”
Eco, yaklaşık yarım asır süren Soğuk Savaş’ın sona erip Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla tarihin “yengeç adımlarıyla” geriye doğru giderek ilerlediğini öne sürer.
Almanya’da ve Almancada Umberto Eco
1962 Yılı’ndan ölümüne dek, sanat öğretimi uzmanı Alman eşi Renate Ramge ile evliliğinden bir oğlu, bir de kızı olan Eco, doğaldır ki, Almanya’da da çok sevilen ve okunan bir yazardır.
“Almanlar kendilerini ‘derinlikli’ olarak görürler, çünkü dilleri berrak değildir; Almancada Fransızcanın sadeliği yoktur, olması gerekeni asla kesin bir biçimde dile getiremez, böylece de bir Alman hiçbir zaman ne söylemek istediğini bilemez –bu durumda da, belirsizlikle derinliği birbirine karıştırır. Almanlarla kadınlar birbirine benzer; her ikisinde de asla temele inemezsin.” Bu kışkırtıcı kuramına Alman eşi nasıl yaklaşmıştır, henüz bir yerde rastlayamadım.
Alman okuruyla son kez 2 Aralık 2015’te, Türkçeye de Sıfır Numara adıyla çevrilen son romanı Nullnummer’ı tanıtmak için Ludwig-Maximilians-Universitaet München’in düzenlediği imza gününde buluşur Eco.
Rüşvet, entrika ve komplo teorileri ile kurulmuş bu son polisiye romanında Eco, bu kez, medya ile alay eder. 6 Haziran 1992 gecesi, gazeteci Colonna’nın Milano’daki evine hırsız girmiştir. Gerçi, bomba etkisi yapacak bilgilerle yüklü iki adet CD çalınmamıştır ama Colonna yaşamının tehlikede olmasından korkmaya başlar. Çünkü, oynadığı iki rolü vardır; iyi bir toplum için çalışan ama içinden pis kokular yükselen bir gazeteyi lanse edecektir. Aynı zamanda da, bir skandalı aydınlatacak bir kitap yazmaktadır. Ekonomi, siyaset ve medya arasında dönen dolapları anlatan müthiş bir polisiye romandır bu; haberler ne kadar saçma olursa günümüz toplumu o kadar açık olarak anlaşılabilecektir.
Ergenekon, Balyoz, ODA TV vb. günümüz Türkiyesi ile özdeşleşmiş sözcükler, siyasal tarihimizdeki yerlerini çoktan aldılar. İnanıyorum ki, Umberto Eco’nun bizlere bıraktığı bu entellektüel mirası biraz daha derinlemesine okumak, siyasal ve tarihsel bilincimize büyük katkı sağlayacaktır.
Toplumsal belleğimize yerleşerek klasikleşmiş olan ve gidenin ardından söyleyip yazılan, benimse bir türlü benimseyemediğim “yeri doldurulamaz” tamlaması, 19 Şubat 2016’da gözlerini yuman Umberto Eco ile bir kez daha anlamsızlığını gösterdi ki, giden kimse yerini boşaltmıyor; tam aksine yerini daha sıkı dolduruyor: Umberto Eco yerini boşaltmadı ki, doldurulsun!
-Il nome della rosa (1980) [Almancada Der Name der Rose 1982]
-Il pendolo di Foucault (1988) [Almancada Das Foucaultsche Pendel 1989]
-Baudolino (2000) [Almancada Baudolino 2001]
-Il Cimitero di Praga (2010) [Almancada Der Friedhof in Prag 2011]
-Numero Zero (2015) [Almancada Nullnummer 2015]
Yukarıdaki belli başlı yapıtlarının tümünü Burkhart Kroeber çevirmiş Almancaya ve tümü de Carl Hanser Verlag München yayınevince basılmıştır.
- Roman: Nullnummer
- Yazar: Umberto Eco
- Yayınevi: Carl Hanser GmbH
- Tarihe not düşen emsalsiz bir roman: Yeşil Mürekkep - 17 Temmuz 2020
- Kuvvetli bir roman: Hepsi Bu - 2 Nisan 2019
- Sonsuz boyutlu sözcüklerin mimarisi: Perdeler - 24 Şubat 2019
FACEBOOK YORUMLARI