Geçtiğimiz aylarda ikinci öykü kitabı Dün Gece Çok Gençtim’i okuyucularla buluşan Onur Akyıl’la öyküleri, “ezberciliği”, yalnızlığı, lirizmi ve ironiyi konuştuk.
Edebiyatın şımarık çocuğu romanın dışındaki türlerin popülerleşme şanslarının gün geçtikçe azaldığı bir çağda edebiyatın “yalnız çocukları” şiir, eleştiri ve öyküyü kendine yuva eğlemiş bir yazar Onur Akyıl. Son dönem eserlerinde yalnızlık, direniş ve alt sınıflar gibi kavramlar öne çıkıyor. Akyıl, insanın kendine dönmesinin, yenilgiyle yüzleşmesinin dönüştürücü gücüne inanan bir yazar. “O yalnız insanın direnmesini sağlamalı / onu direngen kılmalıyız.” demesi boşuna değil. Geçtiğimiz aylarda ikinci öykü kitabı Dün Gece Çok Gençtim’i okuyucularla buluşan Onur Akyıl’la öyküleri, “ezberciliği”, yalnızlığı, lirizmi ve ironiyi konuştuk.
Şiirlerinle tanınan bir edebiyatçımızsın. Arka arkaya çıkan öykü kitaplarınla farklı bir özelliğini de öğrendik. Şiir de öykü de yazan edebiyatçılara genelde öyküde şiirsellik atfedilir. Senin için de geçerli mi bu durum?
Ezbercilerin öykülerime baktıklarında ilk söyledikleri şey bu oldu: Şiirsel / Şiirsel Dil. Söylenmiş bir şey ne zaman ‘geçerlilik’ kazanır? Herhalde bu son derece uzun ve karışık bir konu. O yüzden derini ve yüzeyi birleştirip, yüzeyin derinliğinde bir şeyler belirlemek en doğrusu olacak benim açımdan. Sanırım ilk söylenmesi gereken şey herhangi bir biçim / herhangi bir yöntem olarak dilin her şeyden çok dünyayı nasıl algıladığımızla ilgili olması. Şeyler karşısında seçilen söylemin / söyleme ve eyleme biçimlerinin tekliğe özgü olmadığının, her hâlükârda bir süreç olduğunun altı çizilmeli. Bu ne demek? Şunu söylemeye çalışıyorum; benim dünya karşısında sabit olmayan, kendini hep yeniden üreten bir dil anlayışım var. Yeniden üretilen / üretilmek zorunda kalan her şey gibi dilde böylelikle formunu bilinenin dışına taşımak durumunda kalıyor. Kısacası dil önce kendini anlamaya çalışıyor; üstelik benim dışında, yaratanın, yazanın dışında bir şey bu. Ama bunu bir yönteme dönüştürmek benim tercihim. Öyleyse ben insana dair şeyleri bulanık görüyorsam, bunu aktarma biçimim daha önce şiire yüklenmiş ve bir olanak olarak düşünülen anlam çarpışmalarını yazdığım her şeye sızmasını sağlayacaktır.
En net ifadeyle anların ve olanların kendilerini ifade etme biçimleri sonsuzdur; yazan bu sonsuzluğun içinde gezinir ve sonsuzluktan parçalar koparır. İnsan öyküler anlattıkça sonsuzluğun azalması bundandır. Her şey hayata ve maddeye, somutluğa böyle döner. Ezberciler, insan yaşantısını bulanık okuma hevesimi şiir / şiirsel dil olarak değerlendirmeye devam edebilirler. Bence sakıncası yok; anlamak istiyorlar; normal.
Öykülerin kimi zaman karanlık bir atmosferde ilerliyor. Mesela Zeynep Sönmez: “Yenme arzusunun eziciliğindense yalnızlığın ve içe çekilişin besleyiciliğinden yana” buluyor metinlerini. Sana yalnızlığı yazdıran nedir?
Otuz yedi yaşındayım ve dünya hakkında herhangi kesin bir bilgiye sahip değilim. Bu ‘bu dünya hakkında kesin bir bilgiye sahip olmama’ hali karanlık atmosferin sebebi olabilir. Hal böyle olunca KİNG kitabımdaki şu dizelerim, sizin sorunuza esaslı bir yanıt teşkil edebilir: insan yenmek için yaratılmamıştır / ölümdür bunun kanıtı. İnsan her hâlükârda mağluptur; ama dünya / hayat / yaşam üzerinde mağlupluğun anlamı ve içeriği değişebilir. Kısacası hakikat hakikattir ama hakikati algılamak hakikatle bir ilişki içinde değildir. Dolayısıyla insan mağlup. Bunu bilinemezcilik gibi, uhrevi bir alanda okumasın ve anlamsın kimse. Esasen söylemek istediğim o değil. Fakat, nihayet itibari ile hayat ölümden çok daha büyük bir boşluk. Bir lunaparka gitmek gibi yaz geceleri… Hal böyle olunca insan hayat üzere şeyleri en yakın noktadan / maddeden insandan yorumlamaya başlamalı diye düşünüyorum. Bu da elbette ‘yalnızlık’a dönüşen, onu kuran bir durum. Dürüst olsak ya… İnsan insana sadece ‘lazım’ olduğunda ihtiyaç duymuyor mu? Peki yalnızca ‘lazım’ olan bir şeye sonsuz bir değer ve kesinlik atfedilebilir mi? İnsanı kendinde anlamayı denemeli herkes; insanı başkasında anlamaya çalışmak yalan, dedikodu, aşağılama vesaire gibi lüzumsuz şeyleri ortaya çıkarıyor… Lunapark kazaları… Yalnızlık. Bu yüzden.
Kimi lirik bir tarzda yazdığını söyleyebiliriz. Senin ifadenle “ezberci” bakışla şiir geçmişinin bunda etkili olduğu kanısı hâkim. Yalnızlık üzerine düşünmen mi etkili bu durumda? Yoksa “ezberciler” mi haklı?
Yukarıdaki ifadelerimizi açmaya devam edelim öyleyse; her başka insanı kendiniz yapabilir misiniz? Kendinizi her bir başka insan yapabilir misiniz? Esasen edebiyat budur. İnsandan çağlar sonra yok olacak en kıymetli şey edebiyattır bu yüzden. Ne demek bu? Şu demek; edebiyat maddeye müdahale etmeden maddeyi dönüştürebilmenin tek yoludur. Şiir yazmış ve yazıyor olmanın, böyle bir belirleme karşısında herhangi bir kıymeti yoktur. Ayrıca şiir diğer edebi açılımlardan çok daha dışa dönüktür. ‘Çok yalnızım’ diye yazdığınızda kimse ‘Onur Akyıl çok yalnız’ diye okumaz, çok yalnızım diye okur şiirde. Ama Meryem’i anlatıyorsanız, Meryem çok yalnız diyorsanız, okuru / alımlayıcıyı önce başka bir hayata kapatmış / kilitlemiş olursunuz. Lirizm? Ki hepsi sonludur; sonsuzluktan parça kopararak.
Lirizmle baş başa giden bir ironi de var öykülerinde…
İşte o sonsuzluğu parça parça koparıp tüketmeye kalma cüreti ironidir. Sonsuzluktan sonlu küçük parçalar koparma işi / işlemi / eylemi. Dil burada Jean Valjean’ın kürek mahkumiyeti / kürek mahkumluğu gibi işler. İyiliğin oyukları; karanlığın, kötülüğün mahzeninde ancak oyulabilir. Kötülük deyince aklınıza ‘kötü’ şeyler gelmesin hemen; bir iyilikten başka bir iyiliğe istemsiz her geçiş kötülüktür örneğin; gelinen iyi geçilen iyiden daha bile iyi olsa…
Sadece yalnızlıktan bahsetmiyorsun. Toplumun dibine itilmiş karakterler yaratmışsın öykülerinde aynı zamanda. Öykülerinde dip sınıfları konu edinmenin sebebi ne?
Ben bütün bu karmaşık laflarıma / düşüncelerime rağmen hayatı soldan okuyan biriyim. Bunun mutlak bir çözüm olması değil ama mesele; kendi şimdim bana eskiden saplanmayı denediğim ve beceremediğim her şeyin alt ve üst sınırların, üst ve alt sınırlar olarak rahatlıkla yer değiştirdiğini öğretti. Dipte kimse yok belki de… Tıpkı en üstte de kimse olmadığı gibi. Evet, sınıfsal ayrımlar vesaire, bu parçadan okunabilecek çok şey var bu doğru. İnsanlar inşaatlarda ölüyorlar, baskı görüyorlar, öldürülüyorlar… Bunun zaten tartışılacak bir tarafı yok. Siyasanın lunaparktaki tüm düzenlemeleri gece lehine değil, insan lehinde değiştirilmeli. Burada, belki de hayatımdaki tek netlik var; insandan ve emeğinden yanayım. Ama mesele ‘hikâyelerini anlatmaya’ gelince, kendi adıma başka şeylerin gerçeklikleriyle karşılaşmaktan korkmuyorum. Daha net bir ifadeyle her yer toplumun dibi… Her insan hikâyesi orada gerçekleşiyor. Çünkü temelde dip: insan.
Öykülerinin dikkat çeken bir yönü de sistem karşıtlığı. Sloganların arkasına sığınan bir karşıtlık değil ama. “Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla” gibi cümlelerde kendini gösteren, toplumun iliklerine işlemiş iktidar nüvelerini hedef alan metnin altında yavaş yavaş ilerleyen bir muhaliflik. Bu tarz bir söylemi öykülerin içine yedirirken zorlandın mı?
Nerede ve nasıl başladığını bilmiyorum ama sanırım düşünüyorum. Sistem? Sistem dediğimiz şey, bizim kendi kandırılma yeteneğimizle sınırlı. Slogan nihayetinde talep etmek değil midir? Öne çıkarmak ya da vurgulamak… Gedik böyle açılabilir mi? Benzer şeyler düşünüyoruz diye birinin / birilerinin iyi ya da doğru olduğunu nasıl ve ne kadar iddia edebiliriz? Eğer bir kütle olarak yaşasaydık o zaman bu konuda bir şey söyleyemezdik. Ama kütle değiliz. Öyleyse düğüm yeniden o yalnız insan gelip dayanıyor. O yalnız insanın direnmesini sağlamalı / onu direngen kılmalıyız. Üst insan, bir model mi öneriyorum; yaygın anlamıyla faşistleşiyor muyum? Hayır. Fakat şunu biliyorum, aslında bir çoğumuz gizli gizli bunu öneriyoruz, bir aynılaşmayı. Konuşabildiğin insanlarla bir araya gelmiyor musun mesela sen? Konuşamadığın insanları tercih etmelisin. O zaman bütün kitaplar, bütün büyük adamlar ve kadınlar daha anlaşılır, takip edilebilir izler bırakmış olurlar tarihte. O yüzden artık bağırmayı estim kendi adıma; coşkuyla yaşadığım her şeyi ve sonunda coşkuyu terk ettim. Sessizlik ve sakinlik herhangi bir şeyin coşkusundan ve hatta coşkunun kendisinden bile daha sert ve mücadeleci yapıyor insanı. Karda yürü ve izini önemseme.. Dolayısıyla öyküler de kendilerini kurdu; zorlanacak bir şey yok.
Şiirden de kopmuyorsun, hem kendi verimlerini dosya haline getiriyor hem de şiir kritikleri yazmaya da devam ediyorsun. Şu an ne üstünde çalışıyorsun?
‘Proleterler İçin Patafizik Dersleri’ diye bir öykü serisi yazıyorum. Mihail adında bir kedinin Ulyanov adında küçük ve öfkeli, guguklu saatin içinden çıkan bir adamı yuttuğu bir öyküyle başlıyor bu seri. Ayrıca ailemden bir yakınımı nefret cinayetine kurban vermiş biri olarak LGBTİ arkadaşlarım için sürpriz bir şey yazıyorum… Yeni şiir dosyamı hazırlıyorum. Nihayet tezimle uğraşıyorum. İstanbul Tiyatroları; mekan / metin / repertuar bağlamında. Ve en berbatı yaşıyor ve büyüyorum. Lunaparkta. Ve son olarak eğer bitirebilirsem ‘İnsan Sivilde Sıkılır’ı ara ara çalışıyorum; yakalanıp götürüldüğüm askerlik anılarım…
- Dün Gece Çok Gençtim
- Yazar: Onur Akyıl
- Türü: Öykü
- Baskı Yılı: Haziran 2016
- Sayfa Sayısı: 96 Sayfa
- Yayınevi: Can Yayınları
- “Yaz Rehavetinde” Okunabilecek 10 Ayrıntı Yayınları Kitabı - 26 Temmuz 2019
- Hayalete Dönüştürülen Ölülerin Romanı - 30 Nisan 2019
- Akıntıya Karşı Gazetecilik - 22 Şubat 2019
FACEBOOK YORUMLARI