Ayşegül Tözeren; “Suya yazdığımı düşünmüyorum. Ama elbette akıntıya karşı kürek çekiyorum. Zaten edebiyat ve tabii ki eleştirisi de, nehirleri tersten akıtmaya çalışmak değil midir?“
Ayşegül Tözeren son dönemin dikkat çeken edebiyat işçilerinden. Öykü eleştirisi üzerine yoğunlaşan yazılarıyla tanıdığımız Tözeren’in ilk kitabı Edebiyatta Eleştirinin Özeleştirisi Manos Yayınları tarafından yayımlandı. Tözeren ile kitabını bahane ederek, edebiyat, piyasalaşma ve başka bir edebiyatın olanakları üzerine konuştuk.
Kitabın adından başlayalım: Neden özeleştiri kelimesini tercih ettin?
Edebiyatın eleştirisinin özeleştirisi, bir tür eleştiride fraktallaşma. Eleştirinin kurallarını eleştiri için de işletmeye çalışarak, eleştiri içinde eleştiriyi oluşturmaya çalıştım. Fraktala, doğanın geometrisi denir ya… Edebiyatta da eleştiri için doğal olan buydu. Edebiyat eleştirisindeki akış, bir kopuşa doğru gidiyordu ya da eleştiri ölecekti. Tabii ki, Türkçe edebiyat geleneğine içkindir yazdıklarım, nasıl edebiyatta kopuşlar da geleneğe dâhilse.
Edebiyatın piyasalaşmasından, ödül kurumuna pek çok konuyu tartışıyorsun kitabında. Bugünün edebiyat ortamı umut vaat ediyor mu sana göre?
Umut var, ama bunun kaynağı edebiyat ortamı mı bilmiyorum. Bana son yıllarda en çok umut aşılayan, Gezi’nin diliydi. Kadınların ve LGBTİ’lerin pankartlara, duvarlara yansıyan sözcükleriydi. Bunlara uyarlama ya da yeniden üretim denebilir. Ama artık edebiyatta sıradan olanın, tabu bile olsa, yıkılmaya mahkûm olduğunu gösterdi. Tabuları ya da babayı öldürmeye başladığımız zaman, umut da kendi kendine filizlenir. Evet, edebiyat ortamı öğretici erkeklerle dolu, ama artık itiraz eden, “sana benzemek istemiyorum,” diyen bir kuşak var. Bu kuşak kendi hatalarını yaparak, kendi doğrularını da bulacak. Ama ne hataları, ne doğruları yetmişlere, seksenlere, doksanlara benzeyecek. Artık kimse bir başka edebiyatçının işaret etmesiyle, yazar, öykücü, eleştirmen olmuyor. Başka bir ihtimal sence de bize göz kırpmıyor mu?
Ben iflah olmaz bir iyimser olarak soruna evet cevabı veririm. Senin metinlerinde ise sürekli bir itiraz var. Mesela öykü eleştirisinde “dil eleştirisi”nin baskın oluşundan şikâyetçisin sürekli. Lukacs’ın “Kısa öykü en saf sanatsal biçimdir: tüm sanatsal yaratımların nihai anlamını ruh hali olarak, yaratım sürecinin asıl anlamı ve içeriği olarak ifade eder ama tam da bu yüzden soyut bir nitelik edinir.” sözlerini göz önünde bulundurursak eleştirinin ne kadar zor olduğu üzerinde fikir birliği oluşturabiliriz sanki. Sence bir eleştirmen nasıl yaklaşmalı ele aldığı metne?
Bir yazıda, metin bir soğandır demiştim. Zarlarını ya da katmanları önce fark ederek, sonra da birbirinden ayırarak metne yaklaşmalı. Bu sırada gözleri yaşarıyorsa, bunu da önlemenin bir yolunu bulmalı. Bazı metinlerin kokusu keskindir, eleştirmeni de bir okur olarak içine çekebilir. Eleştirmen metne de yazara da mesafesini korumalı. Mesela bilmeli ki, yazarların iyi metinleri de olacak, edebiyat tarihinde yer edemeyecek metinleri de… Burada şunu sorabilirsin, iyi edebiyat nedir… Ben edebiyat kanonlarının iyi dediğine iyi demek zorunda olduğumuzu düşünmüyorum. Bizi hangi metin heyecanlandırıp, kurmacasına ikna edip, başka bir dünyaya götürüyorsa, o iyi metindir.
1980 sonrasında edebiyatta bireyciliğe kayışın yaşanmasını eleştirdiğin bir yazında: “Edebiyat öyle insana yabancılaşmıştı ki insan hakları profesörü gibi konuşan terzilerin hikâyelerini okumaya başladık,” diyorsun. Gerçek ile bağın kopması da hedeflerinden biri haline geliyor böylece. Sence 80 ve hatta 90 kuşağı öykücülüğü ile 2000’li yıllar öykücülüğü arasında nasıl bir fark var?
Bir metnin gerçekle bağı tamamen kopuk olabilir. Buna hiç itirazım yok. Ben kopuk uçurtmaları ilgiyle okurum. Ancak bir metinde karakterlerin tümü yazarı gibi ya da yazarının entelektüel çevresi gibi konuşuyorsa, bir sorun vardır. Yazar, karakterlerin dilini kurmayı beceremiyor, demektir. Bu da doksanlarda gördüğümüz gibi dar çevrelerde bulunmaktan olabilir. Mesela ilk gençliğinizden beri ailenizin arabasıyla okula gidip, geliyorsanız ve bunun dışındaki bir sosyal çevreyi hiç merak etmediyseniz, metinlerdeki dil, saksıdaki çiçek gibi oluyor. Neyin filizleneceğini baştan biliyorsunuz. Oysa toprağın, sokağın kokusunun geldiği metinler, binbir renkli çiçek bahçesi…
Son iki üç yılda okuduğumuz verimlerde, yeniden bir karamsarlık havasına çekiliş sezinliyoruz. Bir yazında “içe katlanma” olarak ifade ettiğin şey yeniden yaşanıyor mu? Yoksa bunu dillendirmek için biraz erken mi?
Yazıda, şöyle demiştim galiba… Baskı ve sansür ortamlarında, daha doğrusu böyle ortamlarda büyüyen yazarlarda içe dönüşten çok, içe katlanma yaşanıyor. Sadece kendisi ve kendi sosyal çevresiyle ilgili metinler kaleme alıyor. Yazarların birçoğu orta sınıf ailelerde yetiştikleri için, orta sınıf aile öyküleri okuyoruz. Hep onların sıkıntıları, bunalımları… Madencilerin öyküleriyle fazla karşılaşmıyoruz, mesela… Günümüzde yazılan öyküler orta sınıf Amerikan ailesiyle, Ermenekli bir madencinin ailesinden çok daha fazla benzerlik taşıyor. Bir de böyle zamanlarda, sağ yükseldiğinde edebiyatın sol mahallerine yakın yazarlardan bile şu lafı duyabiliyoruz, “edebiyata sığınalım,” bunu hiç anlamam. Ne oldu devrim olsa yazmayı mı bırakacaktık…
Eleştirilerinde sözünü sakınmama durumu bariz bir şekilde açığa çıkıyor. Bazı eleştirmenlerle doğrudan tartıştığını da görüyoruz. Bu tartışmaların, edebiyat kamusunda bir karşılığı olduğunu düşünüyor musun?
Dünyada kadınların sessiz devrimi yaşanıyor. Burada da bir kadın eleştirmen sözünü sakınmadan söylüyor. Bence bu durumun edebiyat kamusunda bir karşılığı olacak. Artık erkeklerle dolu erkek eleştirmen masaları yerine, kadınların erkeklerin LGBTİ’lerin birlikte söyleştikleri masalar kuruluyor, buluşmalar yaşanıyor. Dahası, bu röportaj bile bunun göstergesi değil mi?
Geçenlerde Twitter’da bir serzenişin vardı: “Fethi Naci’den sonraki eleştirmenlerin kitaplarında anlayamadığım bir şey var. Neden beğenmediğiniz metinlerle ilgili yazmıyorsunuz ya da o yazıları kitaplarınıza koymaktan geri duruyorsunuz?” Bu serzenişin biraz da edebiyatın piyasalaşmasıyla ilgisi var, değil mi?
Kitapta Bedrettin Cömert’in edebiyat anlayışını yazdım. Orada edebiyatta kooperatifçilikten söz ediliyor. Kooperatifçileri bugünün yarını vardır ilkesiyle yazanlar, diye tanımlıyor Cömert. Bunlar ileride çıkarlarına dokunacak hiçbir konuda yazmazlar, diyor. Bugünlerde eleştirmenler ya sadece beğendikleri metinleri yorumluyor ya da edebiyat tarihine dâhil olamayacak popüler metinler hakkında beğenmediklerini ifade ederek, gösteri eleştirisinin parçası oluyorlar. Edebiyat kanonunun iyi yazar dediklerinin metinlerini eleştirmeye cesaret edebileceklerini düşünmüyorum. Bizde, biliyorsun, iyi metinden çok, iyi yazar vardır.
Eleştirmenin okura karşı sorumluluğunun unutulduğu bir çağda, akıntıya karşı kürek çekiyormuşsun ya da suya yazıyormuşsun hissi yaşıyor musun?
Suya yazdığımı düşünmüyorum. Ama elbette akıntıya karşı kürek çekiyorum. Zaten edebiyat ve tabii ki eleştirisi de, nehirleri tersten akıtmaya çalışmak değil midir? En azından şimdiye kadar Türkçe edebiyat tarihinde, hiçbir eleştiri kitabında cezaevinde yazılan metinler özel bir bölümde anlaşılmaya çalışılmamıştı. Bunu yapabildiğim için, cezaevinde yazarlar var, diyebildiğim için akıntıya karşı güçlü bir kürek darbesi vurduğumu düşünüyorum.
|
Okuma önerisi!Doğuş Sarpkaya’nın incelemesi; “Bankacıların Ölümü”
|
- “Yaz Rehavetinde” Okunabilecek 10 Ayrıntı Yayınları Kitabı - 26 Temmuz 2019
- Hayalete Dönüştürülen Ölülerin Romanı - 30 Nisan 2019
- Akıntıya Karşı Gazetecilik - 22 Şubat 2019
FACEBOOK YORUMLARI