“Edebiyatta samimiyet diye bir kriter yoktur”

Gökhan Yavuz Demir ile özellikle yazar portrelerinin ve edebiyat kanonu tartışmasının öne çıktığı yeni kitabını konuştuk.

Gökhan Yavuz Demir son dönemin üretken eleştirmenlerinden. 2015’te yeniden yayımlanan Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği’nden sonra, kaleme aldığı önsözleri, IAN Edebiyat, BirGün Kitap gibi dergilerde çıkan yazılarını derlediği Borges’in Dediği Gibi geçtiğimiz ay raflarda yerini aldı. Gökhan Yavuz Demir ile özellikle yazar portrelerinin ve edebiyat kanonu tartışmasının öne çıktığı yeni kitabını konuştuk.

                İki yılda iki kitap yayımladın. Daha öncesinde akademi ve çeviri faaliyeti mi bu üretkenliğin önünü kesiyordu?

Hem evet hem hayır. Öncelikle hemen söylemeliyim ki iki yılda iki kitap yayımlamadım; sizin İthaki etiketiyle tanıdığınız Dilin Belirsizliği aslında ilk olarak 2007’de Paradigma tarafından yayımlanan doktora tezimdi. Esasında akademi ve tercüme faaliyetlerim, üretkenliğimin hem önünü kesti hem de önünü açtı.

Dürüst olmak gerekirse Türkiye gibi ülkelerde entelektüel alanda insanın kendine bir yer edinebilmesi çok da kolay değil. Hele ki benim gibi aşağılardan geliyorsanız. Cebinizde kartvizitler ve ilişkiler ağınız yoksa Bursa’dan yazdığınız her yazının dergilerde yer bulacağına veya yazdığınız kitapları basmak için yayınevlerinin önünüzde sıraya gireceğine inanmamanızda fayda var. Bunu çok erken anladığım için belki de meslek olarak akademiye yöneldim. Akademik kariyer çok sabır gerektiren bir iş. Ben de gerçekten çok sabrettim. Bugün bana ilgi gösteren gazeteciler, editörler, yayınevleri, mesela 2000 yılında da benzer yazılar kaleme aldığımda benimle hiç ilgilenmediler aslında. Reddedilen yazılarım bile başlı başına iyi bir hikayedir. Hiç yılmadım ama. Yazılarımı, mesela hikâyelerimi kimseye okutmadan, bilgisayarımda veya defterimde saklayarak yazmaya inatla devam ettim, ki o kimseye okutmadığım hikâyelerden 2007 tarihli olan biri yıl bitmeden Varlık’ta yayınlanacak. Kısacası zor yıllardı ama bu esnada yazı yazmayı da öğrenmeye başladım

Bu sebeple sorunuzun cevabı nereden baktığınıza göre değişir. Evet, akademi ve tercümeler beni yirmili yaşlarımda gelmem gereken yerlerden çok uzağa savurdu. Hayır, akademik unvanım ve alanının klasik metinlerini tercüme etmem beni kırklı yaşlarımda da olsa sonunda entelektüel dünyada –iyi veya kötü, az veya çok– tanınan bir isim haline getirdi.

dogrop2

Vakit aldı ama bugün yazılarım reddedilmiyor artık; hatta yetişemeyeceğim kadar çok edebiyat eki, dergisi veya sitesinden teklif alıyorum. Yıllar içinde pek çok yayıneviyle tanışıklığım oluştu, en azından bu yaşımda koltuk altımda dosyalarla kapı kapı dolaşmıyorum. Yani iyimserim. Öğrencilerime hep söylediğim bir şey var: Hayatta geldiğim yer çok da müthiş bir yer olmayabilir, ama muhtemelen İnegöl Lisesi’nden çıkan üç büyük adamdan biri benim (birisi sınıf arkadaşım ve yakın dostum yazar Toprak Işık mesela), ve inanın bu kadarı bile çok vakit aldı.

Gerçekte önümü en çok kesen ise hem akademide hem de yayıncılık dünyasında yanlış ilişkilerle emeğimi çok sömürtmem oldu. En çok vakti orada kaybettim. Entelektüel dünyamız kompleksli, açgözlü ve kıskanç vampirlerle dolu. Ve bu kan emiciler de en çok yetenekli gençlerin önünü keserek, kandırarak besleniyorlar. Fakat doğru insanlarla doğru işler yaptığınız zaman, Zweig’ın dediği gibi yıldızınız da parlamaya başlıyor.

İki yılda iki kitap yayımlamadım ama 2016 bitmeden yeni kitabım Anlamak İçin Yaşamak’ın okurlarla buluşacağının müjdesini verebilirim. Belki yıldızım parlıyordur ha, kim bilir?…

                  Borges’in Dediği Gibi bir derleme ama aslında edebiyat kanonu tartışmalarını masaya yatırdığını, bu açıdan bakıldığında derlenen yazıların birbiriyle konuştuğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, Borges’in Dediği Gibi çok farklı tarihlerde farklı vesilelerle kaleme alınmış yazılardan mürekkep bir kitap. Fakat bu yazıları bir araya getirirken, onları bir oturuşta yazılmış veya peyderpey yazılsa bile çok iyi tasarlanmış bir kitabın bölümleri gibi ahenkli kılan iki özellik fark ettim. Birincileyin yazılış amaçları ne olursa olsun bu yazılar zamana dayanıklılar. Yani bir kitabın takdimi olarak yirmi sayfaya yayılmış olanı da, bir gazete eki için yer sorununu hesaba katarak bir-iki sayfaya sıkıştırılmış olanı da konusunun hakkını verecek şekilde yazılmış. Bu, her yazmaya sevdalı yazı adamı gibi benim için en önemli kriterdir. Aksi takdirde bu yazıları asla bir araya getirmeyi düşünmezdim.

İkincileyin, kapasitem ve yeteneğim ölçüsünde kalıcı ve okurunu cezbetmeye talip bu yazılar, aynı zamanda benim entelektüel sınırlarımı da yansıtıyor. Yazdıklarımdan daha az yahut daha çok değilim. Yazılarımın birbirleriyle konuştuğuna dair bu tespitiniz, benim edebiyatla ilişki kurma tarzımı da özetliyor. Ben bütün bir kanonun birbiriyle diyaloğa giren eserlerden oluştuğuna inanıyorum. Yazmanın veya edebiyatın problemleri zamanlar, mekânlar ve isimler değişse de genelde birbirine benzerdir. Ben de yazarken ister istemez bu problemler üzerine düşünüyorum. Ve bu düşünme serüveni bir yazıyla başlayıp bitmiyor; çoğu kez bambaşka yazılarda da devam ediyor. Yazının konusu değiştiğinde belki perspektifim değişiyor ama tartıştığım mesele yine de baki kalıyor. Bu da birbirinden farklı otuza yakın yazıyı bütünlüklü bir kitaba dönüştürüyor. Problem merkezli yazmak belki külfetli ama böyle nimetleri de oluyor.

Borges’in Dediği Gibi bence konuşmayı hedefleyen bir kitap; yazarların birbiriyle, eserlerin diğer eserlerle, yazarının başka yazarlarla ve okurlarıyla diyaloğa girmesini dert edinmiş bir kitap. Bundan sonra da kendisiyle muhabbete girecek okur bulduğu müddetçe konuşmaya devam edecek…

cioran
Borges’in Dediği Gibi’de karşılaşacağınız tüm illüstrasyonlarda Filiz Mungan’ın imzası var.

                  Kanon kavramı hep tartışılageldi. Mesela Jale Parla kanonun “muhafazakârlık ve değişim arasındaki gerilimle yüklü” olduğunu vurgular. Senin için kanon ne ifade ediyor?

Ben her şeyden önce bir Sosyoloğum ve bu nedenle “gelenek” kavramını çok önemsiyorum. Kanon, düşünce ve estetikte bu “gelenek” denen yaratıcı gücün nasıl bir ilişkiler ağı üzerinden işlediğini ve kendini yenilediğini çok güzel anlatan bir kavram. Evet, hem muhafaza ediyor hem de değişiyor. Tıpkı gündelik dilin işleyişi gibi. Ama bu değişim dışarıdan tek tek bireylerin iradesine çok da açık değil. Yani bir grup akademisyen veya eleştirmenin müdahalesiyle alternatif kanonlar oluşturmak mümkün değil. Kanon yaşayan, canlı bir organizma. Asla bir katakomp veya panteon değil. Bu anlamda doğusu ve batısı da yok. İnsanlığın edebî muhayyilesinin inşa ettiği eserlerin birbirleriyle oluşturdukları ilişkiler ağının üzerinde duran tek bir kanon var.

Kanonik olmayan deha mümkün olduğu gibi, kanona dahil olmayan büyük eserler, hatta şaheserler de mevcut. Ama bir eser ve yaratıcısı ancak kanonik ilişkilerle büyüyor. Kasdettiğim şu esasında: Kanon dışı olmak çölün ortasında tek göz açan ve güneşin ve kumun sonsuz ufkunda kuruyup gitmeye mahkûm olmak anlamına geliyor. Oysa kanonik olmak başka nehirlerin sularıyla da beslenerek büyümek ve nihayetinde buharlaşmadan veya kurumadan bir okyanusa açılmak demek. Kanonik metinlerin düşünce ve edebiyat geleneği kuvvetli toplumlarda daha fazla boy göstermesinin nedeni de bu zaten. Yoksa mesele bir yetenek meselesi değil. Düşünce ve estetik ancak polemiğin, rekabetin, husumetin, hayranlığın ve meydan okumanın olduğu sosyal ilişkiler ağı içinde boy atıp serpilebiliyor. Bu sayede 400 yıldır Shakespeare okuyabiliyoruz. Shakespeare kuşkusuz 1600 yılında da büyüktü; ama bu 400 sene içinde dahil olduğu kanonik ilişkilerle şimdi çok daha büyük bir deha.

İnsanlık tarihinde kanona girebilecek kadar kıymetli bir eserin kaybolacağına da inanmıyorum. Kendi toplumsalında bu tür ilişkilerden mahrum bir yazar elbette bir müddet, bazen belki de bir kaç asır kaybolmaya mahkûm gibi görünebilir. Ama –kesinlikle kanonik bilinci olan tek Türk yazarı diyebileceğim– Tanpınar örneğinde görebileceğimiz gibi, ölümünden altmış sene sonra bile bir yazarın, kanonik ilişkilerin yoğun olduğu toplumların dillerine tercüme edilmeye başlamasıyla birlikte kanona dahil olma imkânı her zaman vardır. Yeter ki eserinizle boy ölçüşmeye cüret eden bir başka eser ortaya çıksın. Bu cüretkâr ama bir o kadar da yaratıcı teşebbüs, bizim gibi toplumlarda densizlik sayıldığı için bu topraklarda kanonik ilişkiler, mesela kritik ve kriter bir türlü ortaya çıkmıyor. Sadece yergi ve övgü üzerinden yürüyen bir edebiyat da hiçbir zaman kanonik ilişkilere dahil olamıyor.

Kanonik olan kadim olandır; yani eskimeyen, aktüalitesini hiç kaybetmeyen eskidir. Kanonik eser tazeliğini hiç yitirmez. Kadim olan insanlık durumuna bakışımızı belirleyen perspektif değişse bile kanonik eserin söyleceği yeni bir şeyler daima vardır. İşte bu sebeple 400 yıldır Shakespeare okuyoruz ve önümüzdeki 400 yıl boyunca da Shakespeare okumaya devam edeceğiz.         

gabo

                  Konu edindiğin yazarları da diyaloğa sokuyorsun yazılarında: Oscar Wilde Stevenson’la, Jack London Hemingway’le, Davila Cioran’la konuşuyor. Edebi akrabalıkla mı metinlerarasılıkla mı açıklanabilir bu durum?

Yazarları pek çok şekilde kategorize etmek mümkün. Benim sevdiğim yazarlar bu anlamda dört grupta toplanabilir. Birincileyin, Dosteyevski, Kafka, Proust gibi herkesin sevdiği yazarları ben de severim. İkincileyin, babamın bana sevdirdiği Zweig, London, Shaw gibi yazarları çocukluğumdan beri severim. Üçüncüleyin gençliğimde kendi bulup keşfettiğim Borges, Eco, Calvino gibi sevdiğim yazarlar var. Ve dördüncüleyin, sevdiğim yazarlar sevdiği için bir müddet sonra benim de sevdiğim Coleridge, Hemingway, Kipling gibi yazarlar geliyor. Bütün bu yazarları birbirine bağlayan bağlar bazen biz okurların bireysel tarihimizde, bazense edebiyatın kanonik ilişkilerinde yatar.

Bu anlamda Wilde ile Stevenson’ı birbirine akraba kılan “ben ve öteki” problemi üzerinden belki de küçük bir edebiyat tarihi yazmak mümkündür. Çünkü Wilde ile Stevenson’a, Pirandello, Papini, Valery, Borges ve Pessoa’yı da dahil edebiliriz. Aynı şey modern uygarlığın hoşnutsuz çocukları Davila ve Cioran içinde geçerli; onlara Nietzsche ve Jabes’yi de katabiliriz. London ve Hemingway gibi aksiyon ile estetiği edebiyatta bir araya getirmiş dehalara Malraux ve Jünger de eklenebilir kuşkusuz. Böyle bakıldığında belki de bütün bir edebiyat tarihi tek bir kitaptır ve Borges, Pessoa, Kipling, Chesterton ve Bloy’u aynı sayfada okumak hiç de şaşırtıcı değildir.

Borges’in Dediği Gibi’deki bütün yazıların ortak paydası, kendi bireysel tarihim ile kanonik ilişkiler ağı arasındaki tam sınırlarını benim de çok iyi bilemediğim ince bir hatta yürüme tercihinin ürünü olmaları. İnsanlık durumunun kadim problemlerinin farklı perspektiflerden bir okumasına talip olduğunuzda, doğal olarak yazarlar da birbirleriyle diyaloğa giriyorlar. Zatan başka türlüsü de mümkün değil. Bu kanonik yazarlar hâlâ hem birbirleriyle hem de bizimle konuşabildikleri için ölümsüzler.

                  Yazılarında ele aldığın her yazarı hem içine doğduğu tarihsel koşulları gözeterek hem etkilendiği kaynakları göz önünde bulundurarak hem de özgünlüğünün nedenlerini araştırarak ele alıyorsun. Tek bir yazı için fazla bir yük değil mi bu?

Elbette çok büyük bir yük. Hele ki bu yazıların ekseriyetle bir editörün sürenin dolduğunu hatırlatan zil sesi eşliğinde yazıldığını düşündüğümde… Ama bir yazarı anlatmanın başka bir yolu gerçekten var mı? Bence yok. Yazdığım adamların büyük yazarlar olduklarını zaten cümle alem biliyor. Kimsenin bilmediği, sadece benim bildiğim bir edebiyat dehası yok ki yazayım. Balzac hakkında Zweig’tan sonra, Stevenson hakkında Borges’den sonra yazmanın tek değeri, bu çok büyük yükün altına girmeye cesaret etmekle mümkündü ancak. Bu gerçekten çok korkutucu bir teşebbüstü. Eğer o yazılar beğenilmeseydi, ben de hiçbir zaman buna cesaret edemezdim.

İşin tuhafı derslerde öğrencilerime, muhabbetlerimizde dostlarıma anlattığım şeylerin, geniş okur kitlelerinin de ilgisini çekebileceğine hiç inanmamıştım. Kitabın başındaki o teşekkür hiç da laf olsun diye edilmedi anlayacağınız. İnsan kendi bildiklerinin başkalarınca da bilindiğini düşünüyor ve o zaman yazmak iki misli zorlaşıyor.

Sıradan olmamak, tekrar etmemek, sırf farklı görünmek uğruna her şeye dudak büker görünmemek için çok çabaladım. Okurlar beğendikçe ve editörler yazı istemeye devam ettikçe de daha çok cesaret buldum. Neticede asla yazmaya cesarete edemeyeceğim ustaları bile yazdım. Elim ısındıkça, üslubum oturdukça ve alkışlar arttıkça da daha fazla yükün altına girmeye başladım. İyi ki de böyle oldu. Aksi takdirde pek çok meslektaşımın başına gelenden ben de kurtulamazdım. Yani bu yazılar bir kitap olmak yerine, stadyum kenarında içine köfte ekmek sarılan birer gazete kağıdı olarak da kalabilirdi.

Elbette bu yükün altına girmek dışında başka bir yol göremememin bir nedeni de akademisyen olmam olabilir. Bir gazetecinin gündelik olanı anlatmaya çalışırken bütün yüklerinden arınmaya çalışmasının aksine, biz akademisyenler de bir meseleyi anlamaya çalışırken en basit olanı dahi karmaşıklaştırmaya meraklıyızdır. Şaka bir yana, sosyolog olmamın bir avantajı da yazarlarımı daima tarihsel ve toplumsal kontekstlerine yerleştirerek anlatabilmem. Başka türlüsünü bilmiyorum çünkü.

pessoa

                  Özellikle edebi portrelerinde öne çıkan duygu coşku. Coşkulu bir anlatım tarzı kullanmanın özel bir nedeni var mı?..

Üslubu insanın karakteridir. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır, bu da benim yoğurt yiyişim. Bilmiyorum ne kadar coşkulu? Yahut daha doğrusu coşkulu olsun diye özel bir çaba harcamadım. Zira her insanın kendine özgü bir düşünme biçimi ve hayat tarzı vardır. Kimi kesik kesik düşünür, kimi sağanak yağmurdaki gökkürültüleri gibi ani patlamalarla, kimi de sakin, telaşsız ve halkaları birbiri peşi sıra iç içe geçirerek. Hemingway gibi büyük üslup dehaları ise yıllarca çalışarak kendi üsluplarını yoktan var ederler. Fakat ben o düzeyde usta bir yazar değilim. Doğrusu bir üslubum olsun hep istedim. Bunun bolca yazarsam kendiliğinden olacağını düşündüm. Ama hiçbir zaman üslubu olan bir yazarmış gibi poz keserek yazmayı da denemedim.

Kulakları çınlasın IAN Edebiyat’taki editörüm Çağlayan Çevik, bana hep yazılarımın bir ritmi olduğunu söyledi. Bunu anlatmasını istediğimde, müzik kulağı olan biri olarak, müzik kulağı olmayan bana apaçık ortada olanı müzikal metaforlarla anlatmaya çalıştı. Anlaşılan o ki editörüm için yazıda bir ritm vardı ve ona göre yazılarımı okunur kılan da buydu. Bilemiyorum. Belki bu benim hayatı yaşama ritmimdir. Sizin coşku dediğiniz de beni hayatta tuhaf, aptal, özel, tutkulu, sıradan ve kendim kılan yaşama coşkumdur. Gerçekten bilemiyorum. Bildiğim tek şey karmaşık olanı basitleştirmenin, anlaşılmaz olanı anlaşılır kılmanın hem edebiyatta hem de sosyal bilimlerde büyük bir yetenek olduğu; yoksa anlaşılmaz olmayı ancak bir budala derinlik sayar. Yazılarımda buna özen gösteriyorum. Ama coşkulu veya tutkulu bir üslup için ekstra bir efor sarfetmiyorum.

Babam gibi bazı okurlarımsa başarımı üslubumun samimiyetinde buluyorlar. Oysa ben edebiyatta samimiyeti hiçbir zaman edebî bir başarı kıstası olarak görmedim. Bana göre asıl ustalık hissetmediğini hissetmiş gibi hissettirebilmekte, yaşamadığını yaşamış gibi yaşatabilmekte gizlidir. Edebiyatta samimiyet diye bir kriter yoktur. Eğer olsaydı bugün iyi edebiyat diye liseli kızların günlüklerini okurduk. Okur en son, bu cümleleri kurmuş bir yazarın samimiyetinden emin olmalıdır.

Bir başka dostum ise, kitapta da yer alan Tanpınar hakkındaki bir yazımı okuduktan sonra şuna benzer şeyler söylemişti: “Tanpınar hakkında ben de yazabilirim ama seninki gibi olmaz. Çünkü ben yazarken aşağıdan yukarı yazıyorum, oysa sen Tanpınar’la aynı seviyeden, eşitinmiş gibi yazıyorsun.” Bunu ne kadar yapıyorum bilmiyorum, ama bilinçsizce de olsa galiba en başından beri cüret ettiğim şey tam da bu. Gölgesinde kalarak bir yazarı övmek veya yermek bana ilginç gelmiyor. Ama bir yazarı kendimi anlatır gibi onunla özdeşleşerek yazmak, işte bu çok baştan çıkarıcı! Bu metinde sadece yazarları anlatmıyorum, yazarları anlatırken kendi yazarlığımı da sergiliyorum. Bir yazar olarak başka bir yazarın arkasına saklanmaktansa, ben de o ustalardan biriymişim gibi yazıyorum. Düşündüm de bu bizatihi coşkunun ta kendisi! Bu tür metinlerde bizim okurlarımız ustaları okurken yazarın sesini duymaya alışkın değiller. Size coşkulu gelen tam da bu ustaların sesinin arasında benim kendi sesimi duyurma çabam olabilir.

                  Kanonik olamayan 100 favori kitabının arasında Türk yazar olmaması dikkatimi çekti. Olması gerektiğinden değil ama bu listeyi oluştururken neyi dikkate aldın?

Sizin de söylediğiniz gibi elbette olması gerekmiyor. Hatta benim ilk tasarladığım kitapta Türk yazar da yoktu. Bunun bir sebebi bu yaşıma kadar hiçbir zaman yazarları Türk veya Yabancı diye kategorize etmemiş olmam. Diğer bir sebebi ise kanona dair tartışmakla beraber, aynı zamanda bir okur olarak bireysel tarihimi de sahnelemem ve bir okur olarak bireysel tarihimde ben işe bizim edebiyatımızdan değil Batı edebiyatından başladım. Sırf kendi edebiyatıma kıyak geçeyim diye listeye Saatleri Ayarlama Enstitüsü veya Tutunamayanlar’ı almak da çok yakışıksız olurdu. Bir de listemin dışında bıraktığım daha ne ustalar ve şaheserleri vardı. Esasında böyle listeler yapmak çılgınlık. Ve dediğim gibi kitabımdaki kanonik olmayan 100 favori kitap, aslında benim beğenilerimi, sınırlarımı ve çelişkilerimi yansıtıyor. Ama maceraperest ve zinaya gönüllü okurlar için de bir o kadar kışkırtıcı ve davetkâr bir liste.

                  Önsözde romanın üzerine çalıştığını yazmışsın. Ne zaman okuruz romanını?

Ah neredeyse otuz yıldır cevabını en çok merak ettiğim soru bu aslında. Bilmiyorum. Çok iyi bir okur olunca, yazamayacak kadar okuyarak Hamletleşince yani, yazmak da giderek zorlaşıyor. Bir kere daha mükemmelliyetçi oluyorsunuz giderek. Ve daha da korkak dolayısıyla. Ayrıca ben tam bir maymun iştahlı adamım; doktora tezim hariç hiçbir uğraşa hak ettiği kadar ilgiyle yoğunlaşamadım. Üstelik kırılganım da. Hayat beni örseledikçe yazmaktan çok okuyarak yaralarını saran bir adamım. Eşime göreyse koskocaman bir tembelim.

Öyle veya böyle bugüne dek bir roman yazamadım. Hiç roman yazmamış bir romancı olarak kafamın içinde hikâyeler, karakterler ve onların sesleriyle yaşamanın nasıl büyük bir eziyet olduğunu anlatamam. Masamda yarım bir roman, yayınlanmamış hikâyeler ve yine ortasında olduğum bir masal var. İlk önce hangisi kitaba dönüşür ve okursunuz bilemiyorum. Ama ilk önce yine kurgu olmayan bir kitabımı okuyacaksınız: Anlamak İçin Yaşamak. Ardından gelecek bir sene içinde iki-üç tercümemi de okuyacaksınız. Ama romanımı bilmiyorum. Bu benim için bir yoğunlaşma ve disiplin meselesi. Sadece şundan emin olabilirsiniz ki kesinlikle romanımı okuyacaksınız. Kesinlikle romanımı bitireceğim. Çünkü bu benim kendi nezdimde de bir yazar olup olmadığımı anlamamı sağlayacak.

Bir ahlâksızlık romanı okuyacaksınız. Umarım hepimizin beklediğine değer.

Ben bir edebiyat şöhreti olmadığım için haliyle çarşaf çarşaf röportaj veren bir adam da değilim. Lakin bugüne dek verdiğim çok az sayıdaki röportajda hiç bu kadar keyif almamıştım. Bunun nedeni soruların çok ustaca hazırlanmış olması. Unutmayalım ki sorularımız cevaplarımızı belirler. Bu derin ve kuşatıcı sorular için sana müteşekkirim sevgili Doğuş. Sağolasın!

  • Borges’in Dediği Gibi
  • Edebiyat Üstadları Üzerine Yazılar
  • Yazar: Gökhan Yavuz Demir
  • Türü: Deneme
  • Baskı Yılı: 2016
  • Sayfa Sayısı: 304 Sayfa
  • Yayınevi: Nora Kitap
Doğuş Sarpkaya
Vinkmag ad

FACEBOOK YORUMLARI

Yorum

Read Previous

Hindistan Pakistan Sınırını Kaldıran Öyküler

Read Next

Barış Makinesi Almanca’ya çevriliyor

One Comment

  • Çok güzel bir söyleşi, yazarı, genç bir bilim insanını tanımama vesile oldunuz, teşekkür ederim.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Lütfen gördüğünüz rakamları bitişik olarak yazınız! *